Türkiye’ye yönelik artan ilgi ve yoğun diplomasi trafiği dikkatlerden kaçmıyor. İngiltere Başbakanı May sonrası Alman Şansölye Merkel’in ziyareti ve ABD-Rusya cenahından yapılan açıklamalar akıllara ne oluyor sorusunu getirmiyor değil. Ne de olsa, öyle ya da böyle zaman zaman hatırımıza gelen bir tarihsel hafızamız var.
Olumlu düşündüğümüzde ilk yapacağımız tespit; düne kadar itilmiş-kakılmışları oynamaya zorlanan Ankara’nın 27 Haziran 2016 sonrası hızlı bir şekilde dış politikada denge faktörünü Rusya ile bir kez daha merkeze oturtması, 24 Ağustos’ta Cerablus üzerinden sahaya inmesi ve caydırıcılığını ispatlamasıyla da birlikte bu devletlerin yaklaşımlarındaki zoraki değişim ve bu kapsamda Türkiye’yi mavi boncuklarla/havuçlarla ikna etmeye, kazanmaya çalışma. Örneğin; biri S400’leri uzatırken, diğeri ortak uçak üretelim diyor.
Dolayısıyla gelinen aşamada Türkiye’nin şu an için dış politikada eli eskisine göre daha kuvvetli ve manevra kabiliyeti yüksek gibi görünüyor. Doğu-Batı arasında paylaşılamayan bir aktör konumunda olan Ankara da bunu sonuna kadar kullanmak niyetinde gibi…
Peki, bu paylaşılamama durumu sadece “Doğu-Batı” için mi geçerli ve bu ne kadar hayra alamet bir husus olarak kabul edilebilir? Bu politika Türkiye açısından ne kadar güvenilir ve nereye kadar sürdürülebilir? Kısacası, Doğu-Batı arasında yürütülmeye çalışılan ve yavaş yavaş “aktif tarafsızlığa” doğru kayma eğilimi gösteren bu denge politikası bizi nereye kadar kurtarabilir?
İngiltere’ye Kazandıran “Denge Politikamız”
Öncelikle ilk soruya cevap verelim. Türkiye sadece “Yükselen Doğu” ile “Çöküşe Geçen Batı” arasında değil; Batı’nın kendi içerisinde de paylaşılamayan “Yükselen Güç” durumunda. Somutlaştırmak gerekirse; Anglo-Sakson Batı (ABD-İngiltere ikilisi) ile Kıta Avrupası (Almanya-Fransa) arasında yoğun bir güç mücadelesi söz konusu. Aynen 19. yüzyıl ve iki savaş arası olarak da tabir edilen İkinci Dünya Savaşı ve öncesinde olduğu üzere.
Bilindiği üzere, özellikle 19. yüzyılda ortaya çıkan Almanya açısından İngiliz İmparatorluğuna son vermenin yolu “Berlin-Bağdat Stratejik Hattı”ndan geçiyordu. Bunun bir diğer anlamı, Osmanlı coğrafyasına, dolayısıyla da İstanbul’a hükmetmekten geçiyordu. Almanya bunu doğrudan İstanbul ile halledebileceğini düşünürken; İngiltere kenardan, içeriden diğer aktörlerle bu işi gerçekleştirmeye çalıştı. Sonuç: İngiltere kazandı.
İngiltere’nin kazanmasının bir kaç nedeni vardı: 1) Milli güç unsurları yerine, Almanya’nın vaat ettikleri üzerinden İmparatorluğu (Yeni Osmanlı’yı) kestirmeden ihya etmeye çalışan heyecanlı bir anlayış; 2) İngiltere’nin vaatleri üzerinden Osmanlı sonrası kendi büyük imparatorluklarını kuracaklarına inandırılmış bazı “saf liderler”; 3) Osmanlı içerisinde bir türlü çözüme kavuşturulamayan “yeniden yapılanma-sistem arayışları” ve burada İstanbul’a dayatılmaya çalışılan gayr-i milli sistemler; 4) Ekonomi-mali, politikalar açısından dışa bağımlılık; 5) Osmanlı’nın denge politikası yürütemez hale gelmesi ve tek bir güce mahkûm edilmesi.
Dolayısıyla, yukarıda sorduğum; bu politika Türkiye açısından ne kadar güvenilir ve nereye kadar sürdürülebilir ve bizi nereye kadar kurtarabilir sorusunun cevabı da ortaya çıkmış oluyor. Cevap kısaca: Taraflar buna müsaade edene kadar! Taraflar kendi aralarında dünyayı paylaşma noktasında anlaştıklarında ve fişinizi çekmeye karar verdiğinde yapabileceğiniz çok bir şey yok. İzlediğiniz denge politikası çöküyor ve altında kalıyorsunuz.
Denge Değil, Çökertme!
Bu açıdan Osmanlı deneyimi oldukça önemli! Nitekim bu deneyimden olsa gerek Ankara İkinci Dünya Savaşı’nda aktif tarafsızlık politikasını tercih etti ve son dakikaya kadar da bunu uygulamaya çalıştı. (Tüm tarafları idare etmeye çalışmak olarak da adlandırılabilecek bu politika ne kadar başarılı oldu, bunu daha sonraki bir yazımda ele alacağım.)
Peki, tüm bunları niçin yazdım. Çok basit, çünkü Türkiye üzerinden benzer bir oyun oynanıyor. Bu seferki “Denge Oyunu”nda ön plana çıkan dört aktör aynen şöyle: ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya! Yani, üç aşağı “dört” yukarı yüz yıl öncesinin aktörleri bir kez daha devrede.
Yüz yıl önce ABD İngiltere’nin gölgesinde kalıyordu, şimdi ise İngiltere ABD’nin. Rusya Federasyonu ise 1833’e kadarki Çarlık Rusya’sının ve 1918-1945 SSCB’nin rolünü oynuyor ve hiç kimse bu dörtlü arasında bir mutabakata varıldığında yeni bir Stalin’in ortaya çıkabileceğinden emin değil.
Nitekim Trump aynen İkinci Dünya Savaşı sürecinde Churchill’in Türkiye-Rusya ikilisi üzerinde oynadığı ve Stalin’i oyuna getirdiği oyunun bir benzerini Putin üzerinde denemeye çalışıyor gibi. Trump’ın Rusya hamlesi her ne kadar Rusya-Çin ikilisine yönelikmiş gibi gözükse de, önceliğin
Avrasya’nın iki büyük gücüne olduğu artık daha bir netlik kazanıyor. Bunu görmek lazım!
Dolayısıyla Ankara’nın bu tehlikeli oyunu görmesi ve buna göre farklı bir denge politikası geliştirmesi kaçınılmaz. “Denge içerisinde denge” diyebileceğimiz bu politika geliştirilemediği takdirde, yüz yıl öncesi “değerli yalnızlığa/dışlanmışlığa” düşebiliriz. Bilmem anlatabildim mi?
Для чтения публикации на русскам языке нажмите суда
*Milli Gazete‘de Yayınlanmıştır.
*Fotoğraf Milliyet Galeri’den alınmıştır.