1971 yılında, “Ping Pong diplomasisiyle” başlayan Çin Halk Cumhuriyeti’nin batıyla entegrasyon süreci, Çin’in batıyla gelişen siyasi ilişkilerinin yanında, bir ekonomik rekabeti de getirmiştir. Çin, küresel pazardaki ekonomik rekabete dahil olmasıyla birlikte “Dünyanın yeni yükselen gücü” şeklinde tanımlanmaya başlamış, Çin’in yükselişi üzerine pek çok eser yazılmış ve çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Kuşkusuz bu tartışmaların en önemlisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) küresel hegemonyasının yerini, gelecekte Çin hegemonyasının alıp alamayacağıdır.
Çin’in liberal ülkelerle geliştirdiği ticaret hacmini, Çin Komünist Partisi yöneticileri, her ne kadar devlet sosyalizmi terimini kullanarak tanımlayıp sosyalizmden kopmadıklarını sıklıkla vurgulasalar da Çin’de uygulanan ekonomik modelin hızla sosyalizmden uzaklaşmış olduğu ve sol bir nitelik taşımadığı somut bir gerçekliktir. Sosyalizm belki de Çin’de, Çin Komünist Partisi’nin ülke içerisindeki egemenliğini sürdürme vasıtası olma dışında herhangi bir anlam taşımamaktadır. Sosyalizmden kopan Çin, sosyalizmin kurumsallaştığı Büyük Proleter Kültür Devrimi sürecinde yıktığı eski geleneklerine de yeniden yönelmiştir. Çin, ABD tipi rızaya dayalı bir hegemonya oluşturabilmek için tarihsel ve kültürel miraslarını öne çıkartma ihtiyacı duymakta ve Çin’de Joseph Nye tarafından tanımlanan “yumuşak güç” kavramı tartışılmaktadır.
Yumuşak güç, teorik olarak aktörlerin ideoloji, kültür ve ekonomik unsurlar gibi etmenleri öne çıkartarak sert güç unsurlarına başvurmaksızın diğer aktörleri etkileyebilme kapasitesini ifade etmektedir. Çinli akademik çevrelerde de bu nedenle kültür, ideoloji ve diğer değerlerin yumuşak güç unsuru olarak nasıl kullanılabileceği tartışılmakta, Konfüçyüsçülük gibi tarihi öznelere yönelimler öne çıkmaktadır. Bu bağlamda Çin tarihinin en önemli kültürel gerçekliği olarak önümüzde duran olgu, Konfüçyüs öğretileridir. Bu anlamda Soğuk Savaş sonrasında Çin topraklarında Konfüçyüs’ün yeniden keşfedildiği gözlemlenmektedir.