Suriye ve Irak merkezli yaşanan gelişmeler bir kez daha sahada ve diplomasi masasında kartların yeniden dağı(tı)lacağı bir sürece işaret ediyor. Ve burada belirleyici husus, bu iki ülke üzerinde kimin ya da kimlerin olacağı şeklinde kendisini gösteriyor. Burada Irak; her ne kadar ABD-İran ikilisi arasındaki bir nüfuz paylaşımının adresi olarak karşımıza çıksa da, mevcut gelişmeler artık bunun dünde kaldığını gösteriyor. Dolayısıyla Irak’ta oluşturulduğu zannedilen statükodan bahsedebilmek mümkün değil.
Bu kapsamda Basra merkezli yaşanan son gelişmeler Irak’ta yeni bir nüfuz paylaşımı krizi olarak karşımıza çıkıyor ve İran “istenmeyen adam” konumunda. Daha da ötesi, ABD’nin İran’a yönelik operasyonu öncesi İran yakın çevresinde, bir diğer ifadeyle “direnç cephesi” olarak adlandırılan ülkelerde hezimete uğratılmak isteniliyor. Irak’ta kendisini gösteren bu husus, yakın gelecekte Suriye, Yemen ve Afganistan bazlı gelişmelerle de desteklenecek gibi…
Nitekim İran kazandığım dediği her bir yerde birer birer kaybediyor. İran’ın Suriye’deki savaşında kazanımlar boyutuyla zirve nokta olarak karşımıza çıkan Halep’te yaşadığı “hayal kırıklığı”, Suriye politikasında kaybetmeye başladığı bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir.
İran’ın yakın çevresi ağırlıklı olmak üzere sahada yaşayacağı olası hezimetin sonuçlarını sadece coğrafi kayıplar olarak düşünmemek lazım. Önemli olan, burada yol açacağı travmatik sonuçlar. Zira olası bir yenilgiyle başta devrim muhafızları olmak üzere, rejimin temel sacayaklarını oluşturan tüm unsurlar birer hedef haline gelecek, ülkede derin bir çatışma başlayacaktır.
Bu da hiç kuşkusuz halk ile mevcut yönetimin bir kez daha karşı karşıya gelmesi ile eşdeğer olup, doğrudan doğruya ülkede bir rejim değişikliğine yol açabilecek bir potansiyel taşımaktadır. Böylesi bir gelişme, sonuç ise; hiç kuşkusuz en başta ABD-İsrail ikilisi olmak üzere, rejim karşıtı tüm ülkelerin İran’daki değişimi politik yöntemlerle gerçekleştirme hedeflerine ulaşması demektir.
“Yersiz Endişeler”–“Ölümcül Hatalar”…
Son dönem İran dış politikasında yaşanan bir takım gelişmeler ve özellikle Türkiye’ye yönelik zikzaklar, bu endişenin rejim tabanında güçlü bir karşılık bulduğunu gösteriyor. Bu da 2016’dan bu yana iki ülke arasında yeniden inşa edilmeye çalışılan güven duygularına ciddi bir darbe vuruyor. Rejimin bir takım kaygıları, korkuları “adresi yanlış” tepkilere yol açıyor. (Eğer bu bilinçli bir çıkış değil ise, zaten karşımızda geleneksel bir “Türkiye refleksi” var demektir ki, bu daha vahim bir duruma işaret eder.)
Tahran Zirvesi’nde İran’ın İdlib üzerinde bu kadar ısrarlı olmasının altında da anlaşıldığı kadarıyla bu “sahada kaybetme” endişesi yatıyor. Ve bu noktada İran, İdlib’i bir “psikolojik kırılma noktası”, hatta daha da ötesi bir “rövanş adresi” olarak görüyor. İran, böylece hem Halep’teki imaj kaybını telafi etmek hem de Halep’in bir başka ülkenin sorumluluk altına verilmesinin önüne geçmek istiyor.
Tahran’da gerçekleştirilen Astana Zirvesi’nin üçüncü sacayağında Rusya’yı İdlib-ateşkes noktasında bir takım tavizler karşılığı yanına alması, bu açıdan haliyle daha manidar. Biraz daha açmak gerekirse…
İran’ın Tahran Zirvesinde istediği sonucu büyük ölçüde elde etmiş olmasının altında Rusya’ya verdiği iki büyük taviz yatıyor: Birincisi Hazar’da, diğeri ise Suriye’nin güneyinde. 1990’lı yılların ikinci yarısından bu yana Hazar’da eşit paylaşımdan tavize yanaşmayan İran’ın bundan önemli ölçüde vazgeçmesi ve Suriye’nin güneyinde ABD-İsrail ikilisinin taleplerine Rusya üzerinden de olsa “çekilmek” suretiyle olumlu yanıt vermesi, hiç kuşkusuz Ankara’nın dikkatlerinden kaçmıyor.
İran, Türkiye’yi Batı’ya mı İtiyor?
Suriye-Irak merkezli yaşanan gelişmeler, en temelde iki ülkenin daha derin bir işbirliğini gerektirirken; karşımıza çok daha farklı bir tablo çıkıyor. Kısa süreli kazanımlar uğruna, uzun vadeli kazançların üstü çiziliyor. Katar-Suudi Arabistan ve 24 Kasım Referandum Krizlerinde elde edilen kazanımların raf ömürleri kısa oluyor.
İran’ın burada özellikle kendisi açısından stratejik ortak olarak Rusya’yı tercih ettiğini her haliyle ortaya koyması ve bu ülke üzerinden bir beka-çıkarlar politikası izlemesi, kaçınılmaz olarak Türkiye’yi daha dikkatli bir dış politika izlemeye zorluyor. Ne de olsa önünde bir Osmanlı tecrübesi var.
Bu bağlamda Ankara, bir taraftan Rusya ile “27 Haziran Ruhu”nu korumaya çalışırken, diğer taraftan da Suriye merkezli yeni bir “24 Kasım Krizi”nin gerçekleşmemesi için çaba sarf ediyor. Zira Ankara biliyor ki, Türkiye-Rusya arasındaki böylesi bir krizin menşei artık sadece ABD/NATO olmayacaktır. Bu algı değişikliği, ilgili başkentlerce dikkate alınmak zorundadır!
Burada akla gelen çok vahim soru ise şu: İran bu tür politikalarla, sistematik bir şekilde Türkiye’yi Rusya’dan uzaklaştırmak ya da Türk-Rus işbirliğine darbe mi vurmak istiyor? Eğer öyle ise, böylesi bir darbe ABD/İsrail’in ekmeğine yağ sürmekle eşdeğer olmaz mı?
Türkiye’yi Karşısına Alan, Sadece “Büyük Oyun”u Kaybetmez!
Bu arada, yeri gelmişken bir kez daha hatırlatalım: Suriye’de iç savaşın seyrinin büyük ölçüde değişmesi, Moskova-Tahran ikilisi ile değil, Ankara-Moskova ikilisinin ortak faaliyetleri ile mümkün olmuştur. Irak ve Katar merkezli bir takım oldubittilerin önüne de Türkiye’nin oyun bozucu çıkışlarıyla geçilmiştir.
Türkiye’nin son dönemde ABD ile karşı karşıya gelmesinin ve yaptırımlarına maruz kalmasının altında da bu hususlar yatmaktadır. Buna son dönemde İran da dâhil edilmelidir. (Aslında bu tarih 2003 yılına, Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan “Tezkere Krizi”ne kadar çekilebilir. Zira bu krizin nedeni sadece Irak değildi.)
Eğer, Türkiye İran noktasında ABD ile birlikte hareket etmiş olsaydı, bugün çok daha farklı bir tablo karşımıza çıkardı. Eminim, Tahran bunun farkındadır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse; İran’ın izlediği politika (özellikle Suriye merkezli), Türkiye’nin başta ABD olmak üzere, Batı’ya karşı duruşuna da darbe vuruyor. Son dönemde Türk dış politikasında kendisini hissettirmeye başlayan tutum değişikliğine bir de bu açıdan bakmakta fayda var!