Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) El Bab’ın kalbine yerleşmesiyle birlikte Türkiye ve ABD arasında Menbiç/Münbiç krizi tırmanmaya başlamış durumda. Üst üste yapılan karşılıklı açıklamalar şu an için “kontrollü” bir seyir izliyor gibi görünse de, her iki tarafın kararlı tutumu farklı olasılıklara da işaret etmiyor değil.
2003’te yaşanan 1 Mart Tezkeresi krizi sonrası yaşanan artçı krizler, başta “Çuval Krizi” olmak üzere bu bağlamda hafif kalabilir. Çünkü Türkiye ve ABD ile birlikte artık Ortadoğu merkezli şekillenmeye başlayan uluslararası dengeler-ittifaklar eskisi gibi değil. Yani, köprünün altından çok sular akmış durumda…
Daha da önemlisi, Türkiye’nin ortaya koyduğu yeni güvenlik doktrini çok net. Türkiye de, aynen ABD gibi önleyici meşru müdafaa doktrinini dış siyasetinde ve güvenlik politikalarında esas almış durumda.
24 Ağustos 2016’ta “Fırat Kalkanı Operasyonu” çerçevesinde Cerablus üzerinden Suriye’ye girişi ve Türkiye’nin milli çıkarlarının gerektirmesi halinde “Dicle Kalkanı Operasyonu”nun da başlatılabileceğine yönelik 19 Ekim 2016’da, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki güvenlik zirvesi ve Bakanlar Kurulu toplantıları sonrası yapılan açıklama bu anlamda oldukça önemli bir adımdı.
Bu Coğrafya Sahipsiz Değil!
Burada altı çizilmesi gereken bir diğer husus ise, bu açıklamanın Türkmeneli Dernekleri Federasyonu Başkanı Aydın Beyatlı’nın Fırat Kalkanı Operasyonu ile Cerablus’un DAEŞ/IŞİD’den
temizlendiğine dikkati çekerek; “Irak halkları da Türk ordusunu aynı heyecanla beklemektedir. Iraklılar olarak ‘Dicle Kalkanı’nın başlamasını arzuluyoruz” çağrısından sonra yapılmış olmasıydı.
Dolayısıyla Ankara’nın bu çıkışı; bundan sonraki süreçte Yeni Türkiye’nin coğrafyanın, coğrafyadaki milli iradenin sesine güçlü bir şekilde kulak vermeye başladığını ve bu tür çağrılara artık kayıtsız kalmayacağını göstermekteydi. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu bağlamda önemli bir çıkışı 26 Ekim 2016’da gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin “yeni güvenlik anlayışı” üzerinde durarak, öncelikle, “Artık tehditlerin kapıya dayanmasının beklenmeyip tehditlerin kaynağında imha edileceğini” bir kez daha belirtti. Söz konusu konuşmasında Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki varlığını da yeni güvenlik anlayışının bir sonucu olarak ifade etti.
“Artık iş kapıya geldikten sonra müdahale etme dönemi bitti. Şimdi bataklığı kurutma döneminin yaşandığı bir sürecin içerisindeyiz. Bu olay nerede, şurada; orada bütün iş bitecek. Öyle sabredelim, bekleyelim, buraya gelsin ondan sonra müdahale edelim; yok, o geçti” ifadelerini de kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan; El Bab’dan sonraki hedefi de Menbiç olarak o günkü konuşmasında açıklamıştı.
Menbiç hedefi sadece 26 Ekim’deki açıklamayla kalmadı. 3 Aralık 2016’da, yeni yılın ilk günlerinde, 5 Ocak 2017’de ve sonrasında yapılan konuşmalarda da gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse de Başbakan Yıldırım tarafından dile getirildi. Arzu edenler, 1, 12 ve 17 Şubat tarihlerinde de yapılan: “El Bab operasyonu kısa sürede bitecek. Menbiç başta olmak üzere bölgeyi terör örgütlerinden temizlemekte kararlıyız. El Bab sonrası hedef Menbiç/Münbiç” şeklinde basında yer alan haberlere bakabilirler.
BOP’un Suriye’deki Kritik Adresi: Menbiç
ABD, Türkiye’nin Menbiç’teki kararlılığının farkında. Fakat Menbiç’ten kolay kolay vazgeçmesi mümkün değil. Çünkü ABD’nin Menbiç’i gözden çıkarması şu anlama geliyor: BOP’tan vazgeçmek.
Oysa, ABD, bölgede bir “BOP Kürdistan’ı” ile hem Türkiye’nin Ortadoğu ile irtibatını kesmek ve onu kontrol altında tutmak hem de coğrafyayı en az bir elli yıl savaşın içine itecek bir kaos ortamına çekmek istiyor.
Bunun için de ABD Türkiye’yi yine DAEŞ üzerinden köşeye sıkıştırmak istiyor. ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Joseph Votel’ın Türkiye’nin Suriye’nin Menbiç bölgesinde bulunan Kürt güçlere saldırmasının DAEŞ’e karşı mücadeleyi zorlaştırabileceğini ifade etmesi bu bağlamda oldukça dikkat çekici. Yani ABD şunu söylemeye çalışıyor: Türkiye’nin PYD/YPG/PKK’ya vurması, DAEŞ’e destek ile eşdeğer olacaktır. Böylece Türkiye’ye yönelik olası bir müdahalenin meşru zeminini oluşturmaya yönelik bir algı operasyonu çekiyor.
Dolayısıyla mevzu sadece PYD/YPG/PKK/DAEŞ değil. Bunun bu şekilde görülmesi ve ona göre tedbir alınması gerekiyor.
Türkiye açıkçası bu oyunun farkında. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 Ekim’de yaptığı bir konuşmada aynen şu cümleleri kuruyor: “…oyun başka, tuzak başka. Oyun bizim üzerimizde oynanıyor. Kusura bakmasınlar biz bu oyuna ne Suriye, ne Irak’ta pirim vermeyeceğiz. Siz bize yetki verdikçe üzerine gideceğiz. Biz PYD ve YPG’ye silah desteği vermeye devam edeceğiz diyorlar. Yazıklar olsun! Senin NATO’da ortağın PYD mi, YPG mi, Türkiye mi? Eğer Türkiye ise bizimle masaya oturacaksın, adımı da bizimle atacaksın. Eğer diyorsak ki, yanlış yapıyorsunuz, DEAŞ ile terör örgütleriyle mücadele etmek istiyorsanız bizimle işbirliği yapacaksınız. Biz bu işi bitiririz. Biz her terör örgütünden ihaneti, alçaklığı, kahpeliği bekliyoruz ve hazırlığımızı yapmaya başlıyoruz.”
ABD, Suriye’de Hibrid Savaşlardaki Yerini Alıyor!
Burada Türkiye’nin yalnız olduğunu düşünenler yine büyük bir hata içerisindedir. Türkiye-Rusya ikilisini 24 Kasım 2015 krizi sonrası 27 Haziran 2016’da tekrar derin bir stratejik işbirliğine sürükleyen nedenler unutulmuş gibi gözükmektedir.
Türkiye ve Rusya her şeyden önce 16 Kasım 2001 tarihli antlaşmada ortaya koydukları hedeflerden geri adım atmış değiller. Burada en büyük tehdit Büyük Ortadoğu Projesi. Dolayısıyla,Türkiye ve Rusya BOP’un gerçekleşmemesi noktasında her türlü araçlarla/terör yapılanmalarıyla mücadele edeceklerini çok net ortaya koymaktadırlar. Türkiye ve Rusya’nın sahada yürüttükleri hibrid savaş bunun en somut göstergesidir.
Ve anlaşılan o ki, ABD de YPG/PYD/PKK terör yapılanması ile hibrit savaşa girme kararı almış görünüyor. Dolayısıyla önümüzdeki süreç Suriye-Irak merkezli yoğun hibrit savaşlara sahne olacağa benziyor.