Eminim kafalar fazlasıyla karışık. Neden bahsettiğimi anlamakta çok da zorlandığınızı zannetmiyorum. Zira gündemin adı uzunca bir süredir Türkiye-ABD ve bu bağlamda Türk-Batı ilişkilerinin geleceği. Buna elbette Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye-NATO ilişkileri de dâhil. Diğer mevzular bunun siyasi, askeri ve iktisadi boyutunun birer türevi, yansıması niteliğinde.
Türkiye-ABD arasında krizin zirve yaptığı, savaş baltalarının çıkartıldığı ve tamtamlarının göğü inletmeye başlattığı, ikili ilişkilerin tam da adının “iki yeni hasım/düşman” olarak konulacağı bir dönemde Ankara’ya gerçekleştirilen iki üst düzey ani/kritik ziyaret ile yeni bir belirsizlik dönemi başlamış durumda.
Dolayısıyla ortada birçoğunun sandığı gibi bir “çözüm” yok, sadece sorunun/krizin “dondurulması” söz konusu. Zira her iki taraf da bir savaşın eşiğine gelindiğinin farkında ve yine aslına bakılırsa her ikisi de bir sıcak çatışma/savaş istemiyor. Çünkü birbirlerinin gücünün ve neler yapabileceğinin fazlasıyla farkındalar. Bu mekanizmanın apar topar sayılacak bir şekilde Mart ayının ortasına kadar kurulması gerekliliği, aciliyeti hususu da bunu teyit ediyor; özellikle de ABD boyutuyla.
ABD açısından şu an en son isteyeceği şey Türkiye’yi kaybetmek, daha da ötesi onunla savaşmak. Bunun için “müttefikleri” Türkiye’nin kızgınlığını, yükselen tansiyonunu düşürmek için bir takım formüller geliştirmeye çalışıyorlar gibi. “Ortak mekanizma” da bunun bir parçası. Yoksa ABD Türkiye ve Ortadoğu merkezli hedef ve projelerinden vazgeçmiş değil.
Nitekim “ortak mekanizma” kararı sonrası yapılan açıklamalar da bunu teyit ediyor. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili S-400’ler ile ilgili Türkiye’ye yönelik olası yaptırımlarla ilgili olarak yaptığı bir açıklamada aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Şu sıra gerçekten Türkiye’yi sinirlendirmek istemiyoruz, dolayısıyla bizim için ‘sorun yok’ diyebilirsiniz.”
Peki, gerçekte ABD Türkiye’nin Rusya ile S-400’ler merkezli yeni bir işbirliği başlatmasına müsaade eder mi? Elbette hayır. Çünkü bu silah sistemleri ile Türkiye’nin “Batı kulübü”nden çıkacağını, sonrasında ise ya başka bir kulübün üyesi olacağını ya da kendi kulübünü oluşturacağını gayet iyi biliyorlar.
Farkında oldukları bir diğer nokta da; Türkiye’nin kendi kulübünü kurmasının her hâlükârda kendi çıkarlarına aykırı, diğer kulüp üyelerinin de menfaatine olduğu hususudur. Zira Batı’nın aleyhine olan her bir adım, Batı karşıtı yükselen bloğun kazanç hanesine yazılmakta ve o şekilde kabul edilmektedir. Türk-Rus ilişkilerinin bir çok soruna rağmen hızlı bir şekilde mesafe kat etmesinin altında da Moskova’nın ve onunla birlikte hareket eden “diğerlerinin” bu pragmatik yaklaşımı yatmaktadır.
ABD geç de olsa bunu fark etmiş görünmektedir ve “diğerleri” gibi Türkiye ile bir “normalleşme” süreci başlatma gereği duymuştur. Bu kapsamda “Stratejik Ortaklık-Model Ortaklık-Yalan Ortaklık” arasında gelgitler yaşayan ikili ilişkilerde bir kez daha “Stratejik Ortaklık” denilmektedir.
Biz buna ABD’nin zaman kazanma adına “yeniden stratejik ortaklık yalanına sarılması” adını da verebiliriz. Çünkü mevcut şartlar altında Türkiye-ABD arasında, diğer örneklerde olduğu gibi, “sonuç odaklı” başarılı bir “normalleşme” süreci pek mümkün görünmüyor ya da en azından ABD’nin artık eskisi gibi Türkiye ile tek taraflı bir stratejik ortaklık ilişkisi kurması mümkün değil.
Niçin mi? O zaman madde madde sıralayalım: 1) Yukarıda da değindiğimiz gibi, ABD Türkiye ve bölgeye yönelik asli hedeflerinden vazgeçmiş değil. ABD’nin öncelikle bunu açıklaması lazım. 2) ABD halen muğlâk ifadeler kullanıyor, örneğin ABD Dışişleri Bakanı, “Menbiç’in müttefiklerimizin kontrolü altında olmasını istiyoruz” derken, “müttefiklerimiz” ile neyi kastediyor? 3) ABD tek kutuplu bir dünya sistemi hedefliyor, Türkiye ise çok kutuplu bir dünyadan yana ve kendisi de bu kutuplardan biri olma hedefinde.
Bu son maddenin kendisi bile yukarıda sıralanan ya da sıralanamayan birçok maddeyi bir tarafa koymaya aday. Dolayısıyla “ortak mekanizma”nın en temelde Türk-Amerikan ilişkilerini; öncelikler, hassasiyetler, yeni gerçekler, hedefler, gelecek noktasında yeniden tanımlaması, bunu yaparken de Ankara’daki yeni iradeyi kabul etmesi ve buna yönelik bir işbirliği çerçevesi çizmesi gerekiyor.
Bu tanımlama yapılmadığı sürece gerçek manada bir “normalleşme”den bahsedilemez. Bahse konu mevzu “konjonktürel/zorunlu yumuşama” ve “zaman kazanma” stratejisinden öteye geçmez ki; bunun taraflara dönüşü, maliyeti çok daha derin, yıkıcı olur.
Ankara’nın Kasım 2007’ye giden süreci, sonrasında verilen vaatleri, 2009-2011’deki “Model Ortaklık”ın ne anlama geldiğini, 2012’de nasıl yüzüstü bırakıldığını, 2013’ten itibaren örtülü/dolaylı ve doğrudan müdahalelere nasıl maruz kaldığını da burada hatırlatmaya gerek yok. Nitekim Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “konuştuğumuz konuların sözde kalmaması için” diyor. Yani taraflar arasında halen bir “güven sorunu” olduğuna işaret ediyor.
Diğer taraftan bu “ortaklık mekanizması”nın “Türkiye-Rusya-İran üçlüsü”nü nasıl etkileyeceği ve ABD tarafının bir gizli gündem maddesi olarak bu mekanizma üzerinden söz konusu üçlüyü hedef alıp almadığı da bir diğer merak edilen mevzu…
Dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerindeki bu “normalleşme” sürecinin, Türk-Rus-İran ilişkilerinde; Tahran ve Moskova boyutuyla bir derin “şüpheye/endişeye” ve bunun sonucunda da bir “anormalleşmeye” yol açmaması gerekiyor.
Eminim Ankara bunun tedbirini almıştır. En azından S-400’ler noktasındaki kararlılık ifadesi bunun somut bir işareti olarak kendisini gösteriyor. Almanya ile başlatılan eş zamanlı “normalleşme” de bu yeni sürecin bir parçası olarak kabul edilebilir. Yani Türkiye denge politikası izlemekte ve dış politikasında manevra alanını genişletmekte-derinleştirmekte kararlı görünüyor.
Dolayısıyla Ankara; ABD ile başlatılan “ortaklık mekanizması”na çok da fazla anlam yüklemek istemiyor. Aksi takdirde tekrar tek taraflı bir ilişkiye mahkûm olacağının farkında!