Ortadoğu’da Arap Baharı ile ivme kazanan istikrarsızlığın yeni ve güçlü bir adresine dönüştürülmek istenilen Suudi Arabistan’da sular bir türlü durulmuyor. Bölgede başka ülkelerde daha öncesinde sıkça rastladığımız darbeler serisi bir süredir kendisini Suudi Arabistan semalarında gösteriyor. “Saray Darbeleri” bu noktada neredeyse bir ülke klasiğine dönüşmüş vaziyette…
Hadise, her ne kadar saray/hanedan içi bir güç mücadelesi gibi görünse de, aslında arka plan ya da aysbergin derinlikleri çok daha farklı bir şeye işaret ediyor: Saray üzerindeki güç mücadelesi! Zira Saray’a sahip olan sadece petrodolara değil; aynı zamanda Körfez’e ve Arap-İslam dünyası bağlamında “İslam Jeopolitiği”nin önemli adreslerinden birine de büyük ölçüde etki etme imkânına kavuşmuş olacak.
Bu bağlamda özellikle İslam dünyası açısından tarihsel-psikolojik boyutta önemli merkezlerden biri olarak kabul edilen Suudi Arabistan, kontrollü bir “Hilafet Merkezi” açısından da biçilmiş kaftan olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim yaşanan son gelişmelere bakıldığında birileri adeta Suudi Arabistan’ı böylesi bir misyonu üstlenmeye itiyor gibi. Bir diğer ifadeyle, Sykes-Picot ile başlatılan sürecin adı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile konulmak isteniliyor.
Osmanlı’nın son döneminde itibaren bazı Suud çevrelerin içinde yatan aslanın BOP’çu dinamiklerce harekete geçirilmek suretiyle, Batı’nın kontrolünden çıkma eğilimi gösteren İslam coğrafyasında yeni bir dönemin başlatılma arzusu, hiç kuşkusuz burada oldukça önemli bir yere sahip görünüyor.
Suudi Arabistan’ın bu çevrelerin liderliğinde hilafetin merkezi olmasıyla birlikte İslam dünyasının daha rahat yönlendirilebileceği hesabını yapanlar, böylesi bir olasılığın İslam coğrafyasında yeni güç mücadelelerine “hilafet adayı ülkeler” boyutuyla yeni bir ivme kazandıracağını da elbette hesap ediyorlardır ki, aslında bu husus bilinen bir sır. Burada bilinen bir diğer sır ise, “iki başlılık” ve hilafetin bölünmesi…
Dolayısıyla Suudi Arabistan’da yaşanan gelişmeler, İslam dünyasını siyaseten bölme girişimlerinin bir parçası olarak kabul edilebilir. Suudi Arabistan Sarayı’ndaki BOP’çu ekibin kazanması ise, hiç kuşkusuz, Şii-Sünni bağlamında ön plana çıkan ve Vahabi-Selefi boyutuyla Sünni İslam dünyasında kendisini gösteren “böl-parçala-çatıştır-yönet” anlayışının kazanması ile eşdeğer olacaktır. Dolayısıyla mevzuya saraydaki kliklerin/güç merkezlerinin uzantılarının kavgası olarak da bakılabilir.
Hangi Suudi Arabistan?
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretinde verdiği pozlar ve ABD-Suud ikilisi bağlamında dünyaya servis ettiği görüntüler, aslında Washington-Tel Aviv ikilisinin nasıl bir Suudi Arabistan tasavvur ettiğini çok net bir şekilde ortaya koyması itibarıyla önemli.
Bu bağlamda Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın İslam’ın özüne dönüş kapsamında attığı adımların “Ilımlı İslam Projesi”nin bir gereği/sonucu olarak tüm dünyaya servis edilmesi de ilk bakışta kronolojiye fazlasıyla uygun düşüyor. Aynı şekilde Suudi Arabistan dış politikasında bir süredir uygulamaya konulan Şiilerle yeni uzlaşı süreci de Suudi Arabistan’a biçilen yeni rolün bir parçası olarak değerlendiriliyor.
Diğer taraftan Prens Selman’ın İslam’ın özüne dönüş noktasında attığı adımlar, Vahabi-Selefi anlayış üzerinden kendi ülkesine dayatılmaya çalışılan rolü reddetmekle eş değer olarak kabul edilirken; Şii kesime yönelik yaptığı açılımlar da ABD’nin kendisine yüklemeye çalıştığı “İslam İç Savaşı” rolünü ret ile eş değer görülüyor.
Bir diğer ifadeyle Prens Selman’ın burada yapmaya çalıştığı şey, ciddi bir değişim-dönüşüm sürecinde olan Suudi Arabistan’a zaman kazandırmak ve bu dönemi en az hasar/maliyetle atlatabilmek. Kontrollü değişim-dönüşüm sürecinde bir taraftan ABD’yi doğrudan karşısına almaktan imtina ederken, diğer taraftan da ABD’nin karşısına farklı dengeleri-denklemleri dikme peşinde. Bu bağlamda son yıllarda Suud dış politikasında dikkati çeken kafa karıştırıcı hamleler oldukça dikkat çekici. Bu da bizi haliyle iki farklı Suudi Arabistan’a götürüyor.
Elbette bu husus tüm dünyaya Suudi Arabistan boyutunda servis edilen onlarca algı çalışmasından biri olarak da kabul edilebilir ya da Suudi Arabistan’ın içindeki güç odaklarından/dinamiklerinden birinin ya da birkaçının lanse edilmiş yeni ihtirasları. Fakat ortada bir realite var. O da Suudi Arabistan’ın sahip olduğu hayati önem ve oynayabileceği rol ve bu noktada yapacağı bir hatanın yol açabileceği ölümcül sonuç.
BOP Suudi Arabistan’da da Kaybediyor!
Burada merak edilen hususlardan biri ise bu süreçte hangi dinamiklerin daha etkin olduğu; daha doğrusu, BOP’çu ekibin bu süreçteki rolü, ağırlığı. Açıkçası burada başa baş noktaya doğru bir gidişat söz konusu ve Suudi Arabistan’daki bu istikrarsızlık süreci ile ABD’nin yaşadığı kan/güç kaybı arasında doğrudan bir ilişki söz konusu gibi…
Daha somut bir ifadeyle, ABD’nin küresel çapta yaşadığı güç zafiyeti kendisini Ortadoğu’da sadece Irak ve Suriye boyutunda göstermiyor. Suudi Arabistan-Katar krizinde yaşanan son gelişmeler, Kudüs bağlamında yaşattırılan “muhteşem yalnızlık” vb. hadiseler ABD açısından yeni bir başarısızlık adresi olarak sıranın Suudi Arabistan’a geldiğini gösteriyor.
ABD 1944’den bu yana ilk defa ciddi olarak Suudi Arabistan’ı kaybetme endişesi yaşıyor. Endişenin zirve yaptığı nokta ise “başarısız saray darbeleri”. 15 Temmuz’da “Ankara Kalesi”ni, sonrasında ise Katar’daki Saray’ı alamayan ABD, son olarak Suud Sarayı’nı ele geçirme noktasındaki girişiminde de akamete uğratılmış görünüyor.
ABD’nin güç kaybı ve başarısızlıkları haliyle Suudi Arabistan üzerinde yaşanan çok boyutlu-aktörlü güç mücadelesini de arttırmış durumda.
Fakat Veliaht Kral Selman hiç de yalnız değil. Bu bağlamda Suudi Arabistan’ın Rusya ile S-400 veya daha ileri silah sistemleri üzerine bir stratejik işbirliği inşa ederken, diğer taraftan da Türkiye ile İslam Ordusu bağlamında geliştirdiği ikili-bölgesel projeler de dikkatlerden kaçmıyor. Sanki ortada görünmeyen bir stratejik akıl var ve ABD ile bir güzel oynuyor…