Tarih:

Paylaş:

Pax-Americana’daki Çöküşün İtirafı: Trump’ın Kudüs Planı

Benzer İçerikler

2016 yılının kasım ayında gerçekleşen Amerikan seçimlerini, izleyen pek çok kişi Hillary Clinton’a kıyasla, Donald Trump’ın seçilmesinin küresel barışa daha fazla katkı sağlayacağı fikrine kapılmıştır. Kuşkusuz bunun temel nedeni, Önleyici Savaş Doktrini çerçevesinde Irak’ın işgalini yürüten George W. Bush’u destekleyen evanjelist isimlerin büyük çoğunluğunun Clinton’un yanında konumlanmasıydı. Bu anlamda, son günlerde Trump’ın seçilmesini fırsat olarak değerlendirenlerin büyük ölçüde hayal kırıklığı yaşadığı fark edilmektedir. Trump dönemi dış politika anlayışı, küresel barışa katkı yapmak bir yana, evanjelistlerin talep ettiği Armageddon Savaşı’na hizmet eden bir süreç olarak gelişiyor.

“Evanjelizm” kavramı etimolojik olarak iyi haber, İncil, İsa’nın Öğretileri gibi anlamları taşımakta olup, Yunanca “Evangelion” kelimesinden gelmektedir. Günümüzde evanjelizm, Amerika’daki Protestan grupların radikal olan kesimlerini ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır. Yalnızca dini bir yapılanma olarak değerlendirilemeyecek olan Evanjelik hareket, İncil’deki Hz. İsa’nın yeniden yeryüzüne gelmesiyle kurulacağına inanılan “Bin Yıllık Tanrı Krallığı”na zemin hazırlamayı amaçlamakta ve bundan dolayı evanjelistler, politik bir tavır sergileyerek özellikle Washington’un Ortadoğu politikalarını yönlendirmeye çalışmaktadır. Hem Demokrat Parti’nin hem de Cumhuriyetçi Parti’nin içerisinde bulunduğu bilinen evanjelistlerin, Ortadoğu coğrafyasında bir Armageddon Savaşı yaratmayı tahayyül ettikleri ifade edilebilir. Bu bağlamda Amerikan siyasetinde kuramsal boyutta tartışılan hegemonya-imparatorluk tartışmasındaki imparatorluk eğilimini evanjelistlerin temsil ettiği görülmektedir. Zira hegemonya rızaya dayanırken, imparatorluk tahakküme dayanmaktadır. Bu noktada Amerikan dış politikasının küresel anlamda rızasını kaybettiği ve Amerikan Barışı olarak da ifade edilen Pax-Americana’ya yönelik sorgulamaların yapıldığı bir dönemde, Washington’un tahakküme dayalı politikaları benimsemesi tesadüf olarak görülemez. Diğer taraftan Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin tahakküme dayalı politikalara yönelmesi, yumuşak güç unsurlarıyla diğer aktörlerde etkin olamadığının; dolayısıyla hegemonyasına olan rızanın ortadan kalktığının göstergesidir. Amerika, kendi hegemonyasını ayakta tutamadığı bir dünyada, dünya barışını tesis edememekte ve Pax-Americana yıkılmaktadır. İşte ABD bu hegemonik çöküş nedeniyle geleneksel yönetim stratejisi olan çatıştırma yoluna gitmekte, sürekli olarak kaos üretmekte ve çatışma potansiyeli yüksek bölgeleri krizlere zorlamaktadır. Trump’ın politik yönelimleri de kendisinden beklenilenin aksine, kriz yaratma stratejisi çerçevesinde şekillenmektedir.

Bahse konu strateji, ilk örneğini Suudi Arabistan ziyaretinden hemen sonra gerçekleşen Katar Krizi’nde göstermiş ve ilerleyen dönemde bu örnek çoğaltılabilir bir hal almıştır. İran Devrim Muhafızları Ordusu’na yönelik yaptırım kararları, Barzani’nin referandum süreci, Suudi Arabistan, Lübnan ve Yemen’de gerçekleşen son gelişmeler gibi pek çok olayla devam etmiştir. Trump’ın görev süresinde öne çıkan tüm bu krizlerin çatışma potansiyeli açısından en riskli olanıysa, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması ve Amerikan Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması kararı olmuştur.

Kudüs, tarih boyunca Arap-İsrail meselesindeki temel anlaşmazlık noktalarından birisi olarak öne çıkmıştır. 1947 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda alınan bir kararla ayrı bir birim haline dönüştürülen; ancak 1967 yılındaki savaş sonrasında İsrail tarafından uluslararası hukuka aykırı bir biçimde işgal edilen ve 1980 yılında da İsrail’in başkenti olarak ilan edilen Kudüs’ün bu durumu, bölgedeki barışın önündeki en temel engellerdendir. Trump’ın son kararı da bu anlamda bölge barışını dinamitlemek amacıyla, yeni bir çatışmanın fitilini ateşlemektedir. İşin tuhaf tarafıysa, Trump’ın Filistin coğrafyasına pimi çekilmiş bu bombayı bırakırken dalga geçercesine bölge barışına katkı yaptığını ifade etmesidir.

Meselenin uluslararası hukuk boyutuna bakıldığında, alınmış olan bu tanıma kararının diğer devletler açısından bağlayıcı olmadığı vurgulanmalıdır; çünkü bu karar BM Güvenlik Konseyi’nde alınmış olan 242 ve 338 sayılı kararlarla çelişmektedir. Ancak bu kararın meselenin çözümüne ilişkin ilerleyen süreçte belirleyici olacak temel unsurun uluslararası hukuktan ziyade, güç ilişkileri çerçevesinde şekillenen siyaset olacağı yönünde bir işaret verdiği de göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda kararın bölgedeki siyasi ittifakları etkileyeceği ve kurulu ittifakların yeniden gözden geçirilmesine sebep olacağı açıktır. Dolayısıyla Müslüman coğrafyası, aralarındaki anlaşmazlıkları öteleyerek bu mesele karşısında ortak tavır almalıdır; çünkü Trump’ın bu hamlesi, bölgenin çatışma potansiyelinin kışkırtıldığını göstermektedir. Bir anlamda Washington’dan verilen mesaj, Ortadoğu’da barış görüşmeleri denildiğinde akla ilk gelen konu olan Filistin-İsrail sorunun müzakerelerle çözülemeyeceğinin mesajıdır. Oysa, Pax-Americana’nın kurumsallaşması sürecinde, bölgede barışa yönelik ilk iyi niyet göstergesi olarak tanımlanabilecek olan Madrid Görüşmeleri, Washington’un tavsiyeleriyle gerçekleşmişti. O dönemde ABD, bölgede barış durumunun sağlanamamasını önemli bir problem olarak görmüş ve sorunun aşılması konusunda bir uluslararası kamuoyu oluşturmaya özen göstererek bu konuda inisiyatif almıştı. Bugün gelinen noktadaysa küresel Amerikan hegemonyasına yükselen itirazlar ve uluslararası siyasetin çok kutuplu yapısının öne çıkışı, Amerikan siyasetini de değiştirmiş ve yönetebilmenin en kolay stratejisi olarak gördüğü çatıştırmayı tercih eden bir çizgi haline gelmiştir. Washington yönetimi, çeşitli krizlerde olduğu gibi Filistin meselesinde de çatışmayı tetiklemekte ve teşvik etmektedir.

Sonuç olarak, her ne kadar Trump, Amerikan devletinin geleneksel yapısının bürokrasideki yansımasından kaynaklı olarak iç politikada yaşadığı sorunları ve Amerikan yargısına da taşınmış olan sıkışmışlığını aşmak arzusuyla dış politikada böyle bir karar alarak rahatlamayı amaçlamışsa da, bu kararın bölgedeki çatışma potansiyelini arttırarak zaten kırılgan olan politik zemini daha da derinleştirdiği ortadadır; lakin kararın açıklanmasından sonra, dünyanın pek çok ülkesinden gelen tepkilere bakılırsa, Müslüman coğrafyanın birlikte hareket etmesi halinde bu sorunu aşabileceğinin işaretlerini görmek de mümkündür. Amerikan yönetiminin bölgedeki çatışma potansiyelini ve karşıtlıkları tetiklemesi durumunun bir bumerang etkisi yaratarak Amerikan karşıtlığını da kışkırtarak büyütmesi olasıdır.

Dr. Doğacan BAŞARAN
Dr. Doğacan BAŞARAN
Dr. Doğacan BAŞARAN, 2014 yılında Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisans derecesini, 2017 yılında Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda sunduğu ‘’Uluslararası Güç İlişkileri Bağlamında İkinci Dünya Savaşı Sonrası Hegemonik Mücadelelerin İncelenmesi’’ başlıklı teziyle almıştır. Doktora derecesini ise 2021 yılında Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı‘nda hazırladığı “İmparatorluk Düşüncesinin İran Dış Politikasına Yansımaları ve Milliyetçilik” başlıklı teziyle alan Başaran’ın başlıca çalışma alanları Uluslararası ilişkiler kuramları, Amerikan dış politikası, İran araştırmaları ve Afganistan çalışmalarıdır. Başaran iyi derecede İngilizce ve temel düzeyde Farsça bilmektedir.