Son yılların en önemli NATO Zirvesi, 11-12 Temmuz tarihlerinde örgütün Brüksel’de yapılan yeni karargahında toplanmış ve toplantı, ittifak içerisindeki çatlağın ilk kez bu kadar net bir biçimde görülmesini sağlamıştır. Kuşkusuz NATO’daki ayrışmanın bu şekilde dünya basına yansımasının başlıca mimarı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump’tır. Zira Trump’ın zirve sırasında Avrupa’ya ve özellikle de Almanya’ya yönelik söylediği sözler, toplantıya damga vurmuştur.
Trump’ın Eleştirileri: Çöküşünün İtirafı
ABD-Almanya ilişkileri üzerinden zirvenin ana gündemine dönüşen bu tartışmada Trump, Almanya’ya iki temel eleştiri yöneltmiştir. Bu eleştirilerin ilki, başta Almanya olmak üzere, tüm Avrupalı ülkelerin NATO savunma harcamalarını arttırmamalarına; yani ABD’nin üzerindeki yükü paylaşmıyor olmalarına yöneliktir. Şüphesiz bu eleştiri, tek kutuplu dünya düzeninin yıkıldığının açık bir itirafıdır; çünkü NATO, ABD’nin “öteki” algısı üzerinden “Rus düşmanlığı”nı pompalayarak Avrupalı devletlere küresel sistem üzerindeki hegemonik liderliğini kabul ettirmesinin en temel aracıdır. Bu nedenle ABD’nin NATO’nun maliyetini tartışmaya açması bile, tek kutuplu dünya düzeninin çöktüğü anlamına gelmektedir. Nitekim neorealist kuramın düşünürlerinden olan Robert Kohanne’nin de vurguladığı gibi, bir devletin hegemon aktör olması, başında bulunduğu uluslararası sistemi ayakta tutabilme kapasitesine bağlıdır. Görüldüğü üzere Washington, kendi kurduğu hegemonik düzeni ayakta tutabilme yeterliliğini kaybetmiştir. Trump’ın hırçınlığı da bundan kaynaklanmaktadır.
Trump’ın Almanya’yı eleştirdiği ikinci konuysa, Avrupa’daki “öteki” algısının canlandırılmasını amaçlamaktadır. Bu nedenle Trump, Almanya’nın Rusya’yla olan enerji ilişkilerine vurgu yapmış ve Almanya’nın Rusya’ya milyarlarca dolar para verdiğini belirterek Berlin’in bir Rus sömürgesi olduğunu öne sürmüştür. Oysa Almanya’daki Amerikan askeri üslerinin sayısı düşünüldüğünde, bu iddianın ne kadar gülünç olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla mesele Almanya’nın Rus sömürgesi olup olmaması değil, ABD’nin kontrolünden çıkmaya başlamasıdır. Uluslararası konjonktürde değişen dengelerin gösterdiği şudur ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında cezalandırılarak ABD’nin bölgedeki varlık sebebi haline gelen Almanya, artık Pax-Americana’nın bölgesel müttefiki olmak istememekte ve inşa edilmekte olan çok kutuplu yeni dünya düzeninde bir kutup olmaya hazırlanmaktadır. Bu nedenle Almanya’ya yönelen eleştiri, gelecekte Türkiye’ye gelebilecek eleştiriler hakkında da öngörülerimizi kolaylaştırmaktadır.
Meselenin Türkiye Boyutu
Trump’ın Almanya’ya Rusya’yla olan ilişkiler üzerinden yönelttiği eleştirilere bakıldığında, Türkiye’ye de aba altından sopa gösterdiğini öne sürmek mümkündür. Her ne kadar zirvede Türkiye’nin ismi olumsuz bir biçimde anılmamış ve Ankara’nın tutum ve davranışları eleştirilmemişse de Rusya’dan en fazla doğalgaz ithal eden ikinci ülkenin Türkiye olması, Ankara’nın gelecekte karşılaşabileceği eleştirilerin işaretini vermektedir. Üstelik Ankara’nın tutumu ile Berlin’in tutumu arasında paralellik gösteren başka unsurlar da bulunmakta ve en önemlisi her iki başkent de Amerikan merkezli politikaların dışına çıkarak kendi yönünü bulmaya çalışmaktadır.
Bu bağlamda tarihsel kodlarına dönmeyi amaçlayan Türkiye, sistemsel düzeyde Almanya’dan daha da revizyonist bir konumlanışı benimsemekte ve İran ve Rusya ile birlikte Batı Asya’da bölgesel bir blok inşa etmektedir. Bu sebeple Türkiye’nin de tıpkı Almanya gibi, kurulmakta olan çok kutuplu dünya düzenindeki kutuplardan bir tanesi olmak istediğini söylemek mümkündür. Bu durum ise Türkiye’nin Washington tarafından çeşitli baskılara maruz kalacağını ve 15 Temmuz sonrasında kopma noktasına gelen Ankara-Washington ilişkilerinin orta ve uzun vadede yeniden gerileceğini göstermektedir.
Her ne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinde Münbiç uzlaşısı sağlanarak bir nefes alma durumu yaşanmışsa da iki ülke arasında yakın geçmişte yaşanan krizler, hafızalardaki yerini korumaktadır. Bu sebeple ABD’nin liderlik ettiği NATO’nun son zirvesine ilişkin sonuç bildirgesinde yer alan bir ifadeyi tartışmaya açmak gerekmektedir. Rusya ve İran’ın faaliyetlerinin eleştirildiği bildiride, Türkiye’ye güneyinden yönelen bir tehdidin varlığından söz edilerek NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine katkı sağlayacağı ifade edilmiştir. Zaten meselenin bam teli de budur.
Türkiye’nin güneyindeki istikrarsızlık nedeniyle bir güvenlik tehdidi algıladığı doğru olmasına rağmen; algılanan tehdidin içeriği konusunda, Ankara’nın NATO ile hemfikir olmadığı ortadadır; çünkü Ankara, güneyinde terör örgütü PKK’ya bağlı olan terörist unsurlara yönelik operasyonlar yaparken NATO’nun lider ülkesi olan ABD, bu terör örgütünü desteklemektedir. Görüldüğü üzere, Türkiye’ye güneyinden yönelen tehdidin kim olduğu konusunda taraflar hemfikir değildir. Ayrıca Türkiye’nin güvenliğine yönelen saldırılar, zaten Washington’un PKK’ya ve uzantılarına verdiği desteklerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle NATO ile konuşulması gereken asıl konu, Türkiye’ye güneyden gelen tehididin mahiyetinden ziyade, NATO’nun Türkiye’yi kimden koruduğudur.
Anlaşılacağı üzere NATO, PKK tehdidini görmezden gelerek Türkiye’nin tehdit algılamalarında öncelik teşkil etmeyen konuları ima etmekte ve Katar Krizi sonrasında gelişen Ankara-Moskova-Tahran ittifakını sabote etmek istemektedir. Oysa Türkiye, NATO’nun bu hamlesine aldanmayacak birikime sahiptir. Zira tatbikatlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut lideri Recep Tayyip Erdoğan ile kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün resimlerini hedef tahtasına asan bir uluslararası örgütün, Türkiye’yi gerçek tehditler karşısında koruyacağını düşünmek, fazlasıyla “iyi niyetli” olmayı gerektirmektedir.
Sonuç olarak artık Soğuk Savaş dönemine ait Sovyet düşmanlığı üzerinden şekillenen paradigmalar geçerliliğini yitirmiştir. Gerek Berlin’in ve gerekse de Ankara’nın tutumu bunu net bir biçimde göstermektedir. Bugün Türkiye açısından NATO’nun kendisini kimden ve neyden koruduğu sorusunun yanıtı bulunmamaktadır. Ancak Ankara’nın yaşanan acı tecrübeler sonucunda çıkarttığı önemli bir ders vardır ki, o da Batı Asya’da kendisini NATO’dan koruyacak bir ittifaka her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu ve NATO/ABD karşısında savunma sistemlerini çeşitlendirmesi gerektiğidir.