Tarih:

Paylaş:

Kazak Ulusal Kimliğinin İnşasında Yeni Başkent Astana’nın Önemi

Benzer İçerikler

Yeni oluşan devletlerin başkentleri, ulusal kimlik açısından önem arz etmektedir. Yeni bir ulus inşa eden liderler, imaj oluşturma konusunda özellikle ülkenin geçmişteki algısını değiştirmeye çalışmaktadırlar. Bu süreç bazı durumlarda devlet adının değişimine kadar gitmektedir. Örneğin, 20. yüzyılın ilk yarısında yeni bir ulus inşa etmekte olan Rıza Şah Pehlevi, ülke adının “Pers Devleti” olarak değil “İran” olarak bilinmesine özen göstermiştir. Zira “Pers” adı o dönemde daha çok Kaçar Hanedanlığı ile özdeşleşmekteydi. Halbuki yeni devlete farklı bir imaj gerekmekteydi. Buna benzer bir şekilde Mustafa Kemal ve arkadaşları da en baştan inşa etmekte oldukları Türkiye devletine, yeni bir kimlik oluşturmak amaçlanmıştır. Türkiye tarihi açısından başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması, ülkenin imajı bakımından oldukça önemlidir. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Oluşumu kitabında “Osmanlı’nın Türkiye’ye dönüşmesi, başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasıyla taçlanmış oldu” tespitinde bulunmuştur. Görüldüğü gibi başkent seçimi, sadece ekonomik ve stratejik sorunları çözmekle kalmayıp ulusal kimliğin oluşmasında da önemli rol oynamaktadır. Söz konusu bilgilerden yola çıkarak oluşturulan bu yazıda, dünyanın en genç başkentlerinden biri olan Astana’nın, Kazak ulusal kimliğinin oluşmasındaki önemi mercek altına alınmıştır.

Altın Orda Devleti’nin dağılma sürecinde oluşan Kazak Hanlığı, modern Kazakistan’ın selefi olduğu aşikardır. Kazak Hanlığı’nın İdil-Ural Havzası ile Sırderya-Amuderya Havzası ortasındaki bozkırları kapsadığı bilinmektedir. Bu bakımdan Kazak Hanlığı, Altın Orda varislerinin kuzeyde oluşturduğu Kazan, Astrahan, Kırım Hanlıkları’ndan ve güneyde kurdukları Hokand, Hive ve Buhara Hanlıkları’ndan kültür ve kimlik bakımından ayrılmaktaydı. Kazakların konar göçer yaşam tarzları dolayısıyla devletin başkenti de zaman zaman değişmekteydi. Sığanak, Taşkent ve Yesi (Türkistan) şehirleri, Kazak Hanlığı’na farklı dönemlerinde başkentlik görevi yapmıştır. 1865 yılında Taşkent şehrinin düşmesiyle Kazak topraklarının tamamı Rusya tarafından işgal edilmiştir. Çarlık Rusya döneminde Kazak toprakları idari olarak Bozkır Vilayeti ve Türkistan Vilayeti arasında paylaştırılmış; Bozkır Vilayetinin merkezi Omsk, Türkistan Vilayeti’nin merkezi Taşkent olarak belirlenmiştir. Bu durum Kazakların “kuzeyli” ve “güneyli” olarak bölünmesine neden olmuştur. Kuzeyli Kazaklar ekonomik ve kültürel eğilim olarak Rusya’ya, güneyli Kazaklar güneydeki Türk-İslam medeniyetinin merkezlerine yönelmekteydi. Daha sonraki aşamada Kazakistan yönetiminin amacı bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak olacaktır.

20. yüzyılın başında Orenburg-Taşkent demiryolu hattının ve daha sonra “TürkSib” adı verilen Türkistan-Sibirya demiryolu hattının tamamlanmasıyla bu hatlar üzerinde bulunan Akmeşit, Türkistan, Çimkent, Aulie-Ata, Verny (Almatı), Semipalatinsk (Semey) şehirleri gelişmeye başlamıştır. 1917 Şubat Devrimi’nden sonra kurulan Alaş Orda Devleti dahil olmak üzere Çarlık Rusya’sından Sovyet Birliği’ne geçiş dönemde Orenburg, Semey, Kızılorda (Akmeşit), Aulie-Ata şehirleri Kazak devletine başkentlik yapmıştır. 1936 yılında Kazakistan, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak kurulduğunda Almatı şehri başkent olarak belirlenmiştir.

Sovyet yönetiminde Almatı, Kazakların idari, ekonomik ve kültürel alanlarda etkin olduğu bir şehir konumuna yükselmiştir. O dönemde yaşayan Kazakların tüm kültür, sanat ve edebiyat önderleri bu şehirde yetişmiştir. Başta Kazakistan Bilimler Akademisi ve Kirov Kazak Devlet Üniversitesi olmak üzere şehirde bulunan araştırma enstitüleri ve üniversiteler; Kazak gençlerinin bilimle uğraştığı ve buluşlar yaptığı merkezlere dönüşmüştür. Diğer bir ifadeyle Almatı, Kazakların modernleşmesinde önemli yer olarak karşımıza çıkmaktadır.

1960’lı yıllardan itibaren ülkenin çeyrek asırlık tarihine kendi damgasını vuran ve Kazakistan yönetiminde bulunan Dinmuhammed Kunayev döneminde, şehir adeta en baştan inşa edilmiştir. Söz konusu yıllar sadece Almatı’nın değil, bütün Kazakların yeniden uyanma çağı olarak bilinir. Bu milli uyanış açısından en önemli hadise hiç kuşkusuz 1986 yılının Aralık ayında yaşanan gençlerin protesto gösterileri olmuştur. “Sovyet Adamı” meydana getirme projesinin en başarılı şekilde Kazakistan’da uygulandığını düşünen Moskova açısından, rejime karşı böylesi bir tepki verilmesi beklenmedik bir durum olarak karşılanmıştır. Öte yandan “Jeltoksan Ayaklanması” olarak bilinen gençlerin protestoları; Kazakların, zannedildiği gibi asimile olup mankurtlaşmadığını göstermiş ve gençlerin kanıyla bağımsızlığın hak edildiğini kanıtlamıştır. Bu bakımdan Almatı şehrinin, tarihi önemi çok büyüktür.

Bağımsızlık dönemine gelindiğinde, Cumhurbaşkanı seçilen Nursultan Nazarbayev’in masasında ülke geleceğine dair en önemli mesele, Kazakistan’ın ulusal kimlik sorunu olmuştur. Nitekim ülke demografik ve kültürel olarak “Rus kuzey” ve “Kazak güney” olarak bölünmekteydi ve bu durum siyasal bölünmüşlüğü de beraberinde getirmeden çözüme kavuşturulması gerekmeydi. Dolayısıyla Nazarbayev’in politikası, Kazakistan’ı, bütün vatandaşların benimseyeceği bir ülkeye dönüştürmek olmuştur. Bilimsel olarak bu yaklaşıma “sivil milliyetçilik” adı verilmektedir. Sivil milliyetçilik, belli bir etnik unsuru öne çıkaran ırk milliyetçiliğine karşı daha kapsayıcı ve hoşgörülü bir anlayış benimsemektedir. Bu politika bağlamında başkentin güneydeki Almatı’dan kuzeydeki Akmola’ya taşınması, önemli amaçlara hizmet etmektedir.

İlk olarak başkentin güneyden kuzeye taşınmasının güvenlik tehditlerinden kaynaklandığı dikkati çekmektedir. Bu değişim, ülkenin siyasal ve ekonomik ağırlığının da güneyden merkeze kaydığını simgelemektedir. Güneydeki kalabalık Kazaklar, kuzeye doğru yayılacak ve böylece kuzeydeki olası bir ayrılıkçı girişimlerin önü kesilecektir. Diğer taraftan ülkenin kuzey sınırlarında bulunan Rus nüfus, eğitim ve iş olanakları arayışıyla Rusya’ya değil, Kazakistan’ın yeni başkentine doğru yönelecektir. Böylece Ruslar da Kazak devletini benimsemiş olacaktır.

Güvenlik sorununun uluslararası boyutuna bakıldığında, Çin sınırına yakın yerde bulunan Almatı’nın konumu tehlike arz etmektedir. Buna karşılık Astana şehri nispeten merkezi sayılmakta, yeni başkent Rusya’ya yakın yere taşınmaktaydı. Nitekim Rusya devlet başkanı Boris Yeltsin, Nazarbayev’e başkenti neden kuzeye taşıdığını sorduğunda, Kazak lider “Rusya’ya daha yakın olmak için” diye şakayla karışık bir cevap vermiştir. Şaka bir yana düşünüldüğünde, Rus nüfus sadece Kazakistan topraklarında değil, aynı zamanda Sibirya ve Kuzey Kafkasya’da da azalmakta ve bu durum Kazak devletinin kuzeyinde demografik boşluk yaratmaktadır. Oluşan demografik sorun, Kazakistan’ın güvenliği için ehemmiyetli olduğundan başkentin taşınması da bu açıdan önem taşımaktadır.

İkinci olarak başkent değişiminin, Kazakların milli bilincinin yükselmesine hizmet etmesi gerekmekteydi. Bu bakımdan Astana, Bağımsız Kazakistan döneminde inşa edilmiş yeni başkent olarak tarihteki yerini almaktadır. Başka bir ifadeyle Astana, Kazakların bağımsız bir iradeyle kendilerinin inşa ettiği şehir olarak algılanmaktadır. Almatı, mimari ve doğal ortam olarak güzel olsa da sonuç itibariyle Sovyet döneminde ve Sovyet mühendisleri tarafından tasarlanarak yapılmıştır. Astana’da ise şehrin ortasından geçen Esil Nehri’nin sol tarafı, Nazarbayev tarafından sıfırdan tasarlanarak inşa edilmekte ve her köşesinde Kazak milli sembollerini barındırmaktadır. Özellikle Astana’nın simgesi haline gelen “Bayterek” tamamen Kazak milli anlayışını yansıtmaktadır.

Üçüncü olarak Nazarbayev, Kazak ulusal kimliğinde “bozkır boyutu”nu ön plana çıkarmaya çalışmaktaydı. Çünkü bozkır demek, Kazak demektir. Daha derine gidilirse bozkır demek, Türk Medeniyeti demektir. Bu bakımdan, başkenti güneydeki Tanrı Dağları’ndan bozkırlara taşımak, nihayetinde Kazak kimliğini güçlendirmek anlamına gelmektedir.  Ancak yaşanan süreçte başkalarının dışlanmaması ya da ayrımcılığa uğramaması dikkat çeken bir başlık olarak ön plana çıkmaktadır. Dönemin önde gelen şairi Olcas Suleymenov’un ifadesiyle “Dağları aşağılamadan Bozkır’ı yükseltmek” gerekmekteydi. Dolayısıyla 2015 yılından itibaren Kazakistan’ın kendisini “Büyük Bozkır Devleti” olarak tanımlaması çok manidardır. Ayrıca ülkenin 2050 Kalkınma Stratejisine “Mangilik El” (Bengü İl/Ebedi Devlet) adının verilmesi Kazakistan’ın, kendisini Göktürk Devletinin varisi olarak gördüğünün bir belirtisidir. Zaten Türk Devletlerinde farklı dini ve etnik gruplar, barış ve huzur içinde bir arada yaşamaktaydı.

Sonuç olarak, yukarıda da belirttiğimiz gibi Kazak toprakları, İdil-Ural Havzası ile Sırderya-Amuderya Havzası arasında bulunmaktaydı. Göktürkler döneminde, Kazakistan topraklarında bulunan Kıpçaklar kuzeye doğru çekilirken, Oğuzlar güneye doğru ilerlemekte yani Kazak bozkırları Kıpçak-Oğuz hattında bulunmaktaydı. Cengiz Han döneminde ülkenin kuzey kısmı Saray-Berke (bugünkü Volgograd) merkezli Altın Orda Devleti’ne tahsis edilmişken, ülkenin güney tarafı ise Maveraünnehir merkezli Çağatay Devleti’nin parçası olmuştur. 1465 yılında kurulan Kazak Hanlığı bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırarak bağımsız bir özne şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda değerlendirdiğimizde Astana’nın başkent olması, Avrasya-Orta Asya, Rusya-Türkistan veya Slav/Hristiyan-Türk/İslam Dünyası ayrımını ortadan kaldırmaktadır. Kazakistan’ın, kendi başına bir merkez biçiminde var olması da tartışmasız olarak Kazak ulusal kimliğini güçlendiren önemli bir etken olmuştur.