Tarih:

Paylaş:

İran’ın Güvenlik Stratejisinde Basra Körfezi’nin Önemi

Benzer İçerikler

Tarih boyunca İran, Körfez Ülkeleri tarafından bir tehdit kaynağı olarak değerlendirilmiştir. Çünkü İran’da yönetimi devralan her rejim, Körfez bölgesinin hâkimiyetini elde etmek istemiştir. 1970’li yıllarda İngiliz kuvvetlerinin Körfez’den çekilmesinin ardından Batı’nın desteğini arkasına alan Şah rejimi yönetimindeki İran, bölgenin siyasi geleceğine yönelik önemli adımlar atmış ve Basra Körfezi’nde bulunan Arap kimliğine sahip Abu Musa ile Büyük ve Küçük Tunb adalarını işgal etmiştir. Daha sonra ise Körfez bölgesinde bir savunma sistemi kurma fikriyle hareket etmeye başlamıştır. Ancak Tahran tarafından bu yönde getirilen öneriler bölge ülkeleri tarafından reddedilmiştir. Bu yüzden İran, Körfez’de denetleyici bir rol oynamak adına yeni stratejiler geliştirmiştir.

1979 İslam Devrimi’nden sonra İran’daki yeni rejim, Şah döneminde izlenen stratejiden uzaklaşmaya başlamış gibi görünse de rejiminin dış politika stratejisi hiçbir zaman değişmemiştir. Tahran rejiminin Körfez’deki Arap adalarını halen işgal altında tutması, bölge ülkelerinin güvenliğini tehdit etmektedir. Ayrıca İran, İslam Devrimi’ni Körfez Ülkelerine ihraç etmeye çalışmakta ve Bahreyn’in İran’ın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir. Bu yüzden Tahran, etnik ve mezhepsel gerginlikleri kullanarak Körfez’i sıcak çatışmaların yaşandığı bir bölge haline getirmiştir. 1979 yılından beri devrimci bir dış politika benimseyen Tahran, bölgenin güvenliğini ve istikrarını tehdit etmektedir. Kuruluşunun ilk yıllarında dış dünyaya karşı önyargılı ve agresif bir tutum sergileyen rejim, bu tavrını dış politikaya da yansıtmıştır. Ancak 1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başında yükselen reformist hareket ile beraber rejim, daha realist bir yaklaşımla dış politika stratejileri oluşturmaya başlamıştır. İslam İnkılabının lideri Ayetullah Humeyni döneminde devrimin dış politikadaki etkileri yoğun bir şekilde hissedilmesine karşın reformist bir siyasetçi olan Rafsancani döneminde dış politikada daha sakin ve dengeli bir konum benimsenmiştir. Bu durumda İran-Irak Savaşı da etkili olmuştur. Söz konusu savaşın bölge ülkeleri üzerinde yarattığı kırılgan etkiyi ortadan kaldırmak adına sert güç ile yumuşak güç unsurlarını bir arada kullanmaya çalışan Tahran, Körfez Ülkelerini ikna etmek için çaba sarf etmesine rağmen söz konusu devletler bu politikaya ihtiyatlı bir şekilde yaklaşmıştır.[1]

1979 yılından bu yana büyük güçler ile İran arasındaki ezeli rekabet, Basra Körfezi bölgesinin “zayıf halka” olarak değerlendirilerek Tahran tarafından karşı saldırı aracı olarak kullanılmasına yol açmıştır. Bu durumun kanıtı olarak ise İran’ın Asya ülkeleri ile ekonomik ve kültürel alanlarda işbirliğini de içeren “ortak güvenlik” anlaşmaları imzalaması ve Doğu Asya’daki birçok ülkeyle iletişiminin önünü açan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) gözlemci bir üye olarak katılması gösterilebilir. Ancak İran’ın Körfez politikası kapsamındaki işbirliği meselelerinde aynı tutum söz konusu değildir. Zira Tahran, Körfez Ülkelerine karşı “stratejik güvenlik” veya sert güvenlik stratejisini kullanarak işgal ettiği Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ait üç adayı elinde tutmaya devam etmektedir. Buna ek olarak Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinde de bulunarak bölgedeki güç dengelerini bozmaya çalışmaktadır.[2]

İran’ın 1979-1991 yılları arasında hem içerde hem de bölgesel-küresel düzeyde hissettiği tehditlerin boyutları giderek artmıştır. Çünkü İslam Devrimi, sadece Şah rejimini değil bölgedeki Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) stratejisini de devirmiştir. 11 Şubat 1979 tarihinde gerçekleşen İslam Devrimi ve 24 Aralık 1979’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) Afganistan’ı işgalinden sonra ABD eski Başkanı Jimmy Carter: “ABD, Körfez bölgesine yapılacak dış saldırıları kendisine yönelik yapılmış bir saldırı olarak değerlendirerek askeri güç dahil olmak üzere her türlü yolu deneyerek buna karşı koyacaktır” şeklinde açıklamada bulunmuş ve böylece “Carter Doktrini” olarak ifade edilen yaklaşımını ortaya koymuştur. Bu durum Ortadoğu’da “El-Kaide” gibi silahlı radikal grupların ortaya çıkmasına da yol açmıştır.[3]

Basra Körfezi bölgesinde yaşanan güvenlik problemi bir türlü çözülmemektedir. Zira Körfez’de emniyetini sağlamak adına bir güvenlik anlaşması örgütü şeklinde kurulan 6+2 grubu [Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyesi ülkeler -BAE, Suudi Arabistan, Katar, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Suriye ve Mısır] bile İranlılar tarafından Arap devletlerinin Körfez’e Arap kimliği dayatma girişimi olarak yorumlanmış ve Tahran’ın çıkarlarına saldırı kapsamında değerlendirilmiştir. Zaten Mayıs 1992 tarihinde, Mısır ve Suriye’nin Kuveyt ve Suudi Arabistan’dan askeri güçlerini çekmesiyle birlikte bu güvenlik anlaşması ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla söz konusu girişim, uzun süre ayakta kalamamıştır. Bu girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Körfez Ülkeleri, ABD ve İngiltere ile güvenlik anlaşması imzalayarak bölge dışı aktörlere ait askeri unsurları bölgeye getirmişlerdir.[4] Burada sorulması gereken soru şudur: “İran sorunun mu; yoksa çözümün mü bir parçasıdır?” Ancak cevap olduğundan çok daha karmaşıktır: “Zira İran, Körfez bölgesinde çözümün bir parçası değil, çatışma yönetimi sürecinin bir parçası haline gelmiştir.”[5]

Son dönemde İran’ın Körfez Ülkelerinin (özellikle Irak, Lübnan, Yemen ve Suriye’nin) iç meselelerine yaptığı müdahale oldukça artmıştır. Bu yüzden Körfez Ülkeleri, “İran ile mücadele girişimlerine karşı gelme stratejisi” yerine “İran’a karşı koyma” yolunu benimsemişlerdir. İran’ın bölgedeki uzantıları olan Haşdi Şabi, Husiler ve diğer milis güçlerini silahlandırması ve nükleer programını sürdürmesi, bölgedeki nüfuzunun genişlemesine yol açmıştır. Böylece Tahran, Körfez Ülkeleri ve halkları için bir tehdit kaynağına dönüşmüştür.[6]

İran’ın nükleer programını sürdürmesi, Basra Körfezi’nin ısrarla Fars Körfezi/Pers Denizi olduğunu iddia etmesi, bölge halkları ile İran arasındaki sorunların artmasına neden olmaktadır. Bu durumun yol açtığı sorunların detayları aşağıdaki gibidir:[7]

  • Bölge güçlerinin İran karşısında sesini yükseltememesi ve Tahran’ın kendi ulusal çıkarlarını korumak adına askeri harcamalarını arttırması, bölgedeki güç dengesini bozmaktadır.
  • İran’ın milliyetçilik stratejisinin temeli; sert ve yumuşak güç dahil olmak üzere bütün yöntemlerin kullanılması suretiyle Basra Körfezi’nde hâkimiyetin sağlanmasına dayanmaktadır. Bu durumu gerçekleştirerek uluslararası bir güç haline gelmek isteyen İran; askeri, iktisadi ve teknolojik gücünü arttırmaya çalışmaktadır.
  • Söz konusu devletin nükleer silaha sahip olma çabası, Körfez Ülkelerinin İran ile uzlaşma konusunda yaşadığı temel endişelerin başında gelmektedir. Bu nedenle KİK, İran da dahil olmak üzere bölgedeki bütün ülkelerden güvence alabilmek için ortak bir güvenlik politikası oluşturmaya çalışmaktadır. Bahse konu gereksinimin arkasında nükleer silah bulundurmak suretiyle bu ülkelerin güvenliğinin tehdit edilmesi yönündeki endişeler de yer almaktadır.
  • İran’ın nükleer programı karşısında Körfez Ülkelerinin üç seçenek üzerine kafa yordukları bilinmektedir: Birincisi gelecekte nükleer güce sahip olan ülkeler ile birlikte, benzer bir askeri programa dönüştürülebilecek barışçıl bir nükleer programın hazırlıklarına başlamak. İkincisi İran’ın nükleer programına karşı koyabilmek adına büyük nükleer güçler ile anlaşmalar yapmak. Bu sayede elde edinilecek nükleer güç aracılığıyla İran’a karşı strateji oluşturmak. Üçüncüsü nihai mal niteliğindeki nükleer silahları satın almak. Bu durum bölge ülkelerinin nükleer silahlanma yarışına girmesine yol açabilir.

Körfez Ülkeleri İran’ın nükleer programına karşı bir güvenlik politikası yaklaşımı geliştirse de söz konusu ülkeler bu konuda bazı sınır ve zorluluklara sahiptir. Örneğin:[8]

  • Birincisi, bölgenin güvenliği bağlamında Araplar ile İran arasında farklı bakış açıları bulunmaktadır. İran, ABD güçlerini Körfez’den uzak tutmaya çalışırken Körfez Ülkeleri, bölge güvenliğinin Amerikan unsurlarınca sağlanabileceğini düşünmektelerdir. Diğer bir ifadeyle Körfez Ülkeleri, ABD’nin askeri varlığının bölgenin güç dengelerinin sağlanmasına yardımcı olacağını savunmaktadırlar.
  • İkincisi, KİK üyeleri arasında anlaşmazlık yaşanmaktadır. Bu anlaşmazlıklara rağmen üzerinde uzlaşılan temel konular arasında, İran’ın savurduğu tehditlere karşı birlikte hareket etmek yer almaktadır. Örneğin; KİK’e üye ülkelerin Yemen’deki İran tehdidine karşı aynı çizgide durduğu görülmektedir. Anlaşmazlık yaşanan konu ise söz konusu devletler ile İran arasındaki ilişkilerin ne derecede olacağıdır. Bu durumun en belirgin örneği, Katar ile diğer Körfez Ülkeleri arasında çıkan krizdir.

İran’ın nükleer silah geliştirmeyi sürdürmesi, komşu ülkelerin iç işlerine müdahale etmesi ve Irak, Suriye, Lübnan ile Yemen’deki milislere destek vermesi Körfez Arap ülkelerinin güvenliğini gittikçe istikrarsız bir hale gelmektedir. Özellikle Arap ülkeleri kendi aralarında birlik sağlayamamaları nedeniyle kendi güvenliklerini sağlama konusunda ABD ve diğer Batı ülkelerinden yardım almaktalardır. Bahse konu durum, son otuz yılda Arap ülkelerinin başarısız birer devlet olduklarını göstermiştir. Bu minvalde son yıllarda Bahreyn ve Yemen’de yaşanan olaylar, ABD’nin bölgenin geleceğini kötü bir yöne doğru sürüklediğinin işaretlerini vermektedir.[9]

Katar Krizi, Körfez Arap ülkeleri arasında yaşanan sorunun ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. İran, her ne kadar Körfez Ülkelerine İslam Devrimi’ni ihraç etmeye çalışsa da Tahran ile Doha arasındaki ilişkiler gün geçtikçe ilerleme kaydetmiştir. Katar ile Suudi Arabistan arasındaki sınır problemi konusunda İran, her zaman Doha’nın yanında olmuştur. Bu yüzden 1992 yılında Katar Prensi Halife es-Sani, İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’ye bir teşekkür mektubu bile göndermiştir. 1999 yılında ise İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, Katar’ı ziyaret ederek Doha’yı İslam Zirvesi Konferansı’na ev sahipliği yapması hususunda desteklemiştir. 2007 yılında Katar’ın başkenti Doha’da yapılan KİK Zirvesi’ne Katar, Suudi Arabistan’ın itirazlarına rağmen İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ı onur konuğu olarak davet etmiştir. Bu gelişmeyle iki ülke arasındaki ilişkiler zirveye ulaşmıştır. Olumlu yönde giden ilişkilerin bir yansıması olarak 2015 yılının Ekim ayında, İran Emniyet Genel Müdürlüğü Sınır Muhafızları Komutanı General Kasım Rizayi, Katar’da Sahil ve Sınır Güvenliği Genel Müdürü Ali Ahmed Saif el-Baidid ile buluşmuş ve iki ülke arasında “ortak sınırların korunması” adına güvenlik ve askeri alanları kapsayan bir işbirliği anlaşması imzalanmıştır. Analistler, bu anlaşmanın Katar’ın KİK üyeliğinden çıkacağına yönelik bir işaret olduğunu öne sürmüşlerdir.

İran’ın Körfez bölgesinde güvenlik ittifaklarını yeniden inşa etme fırsatlarını değerlendirebilmesi; bir yandan Katar-Körfez arasındaki sorunların derinleşip derinleşmeyeceğine diğer yandan ise Katar’ın Suudi Arabistan, BAE ve ABD’nin baskısını azaltmak için onlarla hangi ölçüde işbirliği yapacağına bağlıdır. İran; Irak, Suriye, Yemen ve Bahreyn’in iç meselelerine ne kadar karışırsa, bölgesel projelerinde de aynı ölçüde başarılı olmaktadır. İran açısından Körfez Ülkelerinin iç işlerine müdahale etmenin en kolay yolu ise müdahalede bulunulacak ülkenin güvenliğini Körfez’in güvenliğiyle ilişkilendirmektir. Geçmişte ABD’nin denediği bu stratejinin günümüzde İran tarafından denendiği apaçık görülmektedir.


[1] Ayyad Batinhi, “İran’ın Dış Politikası”, Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2012, http://cssrd.org.lb/index.php?option=com_content&view=article&id=70:2011, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[2] Eşref Mohammed Kuşk, “Körfez Bölgesinin İstikrarsızlığı Bağlamında İran’ın Rolü: Bahreyn Krallığı Modeli”, Körfez Hakkında Görüşler, No: 104, 2017, http://araa.sa/index.php?view=article&id=3646:2016-02-07-07-51-04&Itemid=172&option=com_content, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[3] Hamit Mansuri, “Nükleer Anlaşma ve Körfez Güvenliğinin Geleceği”, İttihat Gazetesi, 6 Ekim 2015, http://www.alittihad.ae/wajhatdetails.php?id=86588, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[4] Nabil Odeh, “İran ve Filistin Sorunu: Barış Sürecinin İzolasyonu ve Yıkımı”, Noon Post, 16 Ağustos 2016, http://www.m.noonpost.net/content/13435, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[5] “İran Vizyonu, Arap Perspektifleri ve Uluslararası İttifaklar Arasında Körfez Güvenliği”, İsviçre Kapısı, 21 Şubat 2008, http://www.swissinfo.ch/ara/%D8%A3%D9%85%D9%86-, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[6] “Körfez’in Ulusal ve Birleşik Askeri Gücü: Gerçekler ve Gelecek”, Haliç’ül Arabi İran Araştırmaları Merkezi, 25 Ocak 2017, https://arabiangcis.org/%D8%A7%D9%84%D8%AF%D8%B1%D8%A7%D8%B3%D8%A7%D8%AA-%D9%88-, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[7] Izzat Abdel Vahid Sayed, “İran’ın Nükleer Programı: Körfez Güvenliğinin Yükselişi ve Tehdidi Arasında Kalan Açık Senaryolar”, Muhit, 17 Şubat 2013, http://www.moheet.com/2013/02/17/1728501/%D8%A7%D9%84%D8%A8%D8%B1%D9%86%D8%A7%D9%85, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[8] Basim Raşid, “ABD’nin Vizyonu: Kolektif Bir Güvenlik Sistemine Doğru”, Arap Körfezi İleri Araştırmalar Merkezi, 31 Ekim 2015, https://futureuae.com/ar-AE/Mainpage/Item/713/%D8%B1%D8%A4%D9%8A%D8%A9-, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).

[9] “Körfez Güvenliği: Tehdidin Kaynakları ve Koruma Stratejisi”, İslam Online, 10 Kasım 2016, https://islamonline.net/18930, (Erişim Tarihi: 17.05.2018).