Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinde tansiyon her geçen gün artıyor. Mevcut şartlarda krizin ucu epey açık! İkili ilişkilerin geleceğinin adını koymak üzere masa yeniden kurulacak gibi. Muhtemelen dananın kuyruğu kopacak, kopmasa da kopmak üzere bir hale gelecek.
Batı tarafından sistematik bir şekilde tırmandırılan ve Ankara’nın kararlı tutumuyla derinleşen-genişleyen krizin temel hedefi bu! AB ve Türkiye yeni bir yapılanmaya gidiyor ve burada her iki tarafın hedefi-kurgusu farklı. Dolayısıyla, her iki taraf da en kötü senaryoya göre konuşuyor. Son günlerde kim kimi kaybetti sorusunun baya bir revaçta olması da bunu gösteriyor.
Türkiye’nin bu konuda daha hareket ediyor olması birçok kimsenin dikkatinden kaçmıyor olmasa gerek. Bunun sebebi çok açık. Çünkü Türkiye bir anda beş farklı oluşumun içinde önemli, paylaşılamayan bir aktör konumunda… Bu husus hiç kuşkusuz Ankara’nın manevra kabiliyetini fazlasıyla yükseltiyor.
Bu beş farklı oluşuma gelince… Birincisi ABD’nin başını çektiği “Yeni Batı ve Yeni Dünya Yapılanması”. Öncelik, Batı’nın yeniden yapılandırılmasından geçiyor ve anlaşıldığı kadarıyla ABD Türkiye’yi bu yeni yapıda görmek istiyor. Ve ABD açısından Türkiye yeni bir tampon güç! Bunun AB açısından anlamı tampon güç rolünü bir başkasına kaptırması olarak da değerlendirilebilir. AB’nin son dönemde Türkiye’ye yönelik koyduğu tepkiye bir de bu açıdan bakmakta fayda var.
İkincisi Rusya merkezli Avrasya Birliği arayışları: Rusya açısından Türkiyesiz bir oluşum, Türk-İslam dünyası kantlarının olmamasıyla eşdeğer. 27 Haziran’a Rusya’yı iten ve Halep sonrası başlatılan Moskova ve Astana süreçlerinin başında gelen birkaç önemli nedenden birisi de bu.
Üçüncüsü Almanya merkezli yeni AB oluşumu: Her ne kadar şu an için Türkiye-Almanya/AB ilişkileri krizde olsa da sonuçta oyun devam ediyor. Yeniden kurulacak olan masanın bir anlamı da bu gibi görünüyor. Türkiye, bu kart ile en azından elini oyunda daha da kuvvetlendirme imkânına sahip.
Dördüncüsü İngiltere’nin Yeni Büyük Oyun’a girişi ve bu bağlamda İkinci Dünya Savaşı sonrası kaldığı yerden ilişkilerini devam ettirme ve bir kutup olarak bu süreçte yer alma arzusu. Bu da akıllara 1944’ü getiriyor.
Ve son olarak da Türkiye’nin kendi yakın çevresinden başlamak üzere, Türk-İslam dünyası adına başlattığı daha güçlü bir İstanbul inşa süreci. Esas olan da bu! Aslında tüm oyun bunun etrafında dönüyor fakat nedense bu görülmüyor. Eleştirilerimizde nedense bu husus yerini almıyor.
Eleştiri Sorunu…
Çok basit bir kaidedir; meseleyi doğru teşhis edemez isek, o zaman herhangi bir sorunun, krizin bırakın sağlıklı çözüm yollarını, adını bile yerinde koyamayız. Fakat her nedense, basit ve bir o kadar da önemli olan bu realite pek dikkate alınmaz. Birçok mevzuda olduğu gibi, Türk-Batı ilişkilerinde yaşanan hadisenin temelinde de bu yatmaktadır.
Evet; biz sağlıklı bir teşhis yapmıyoruz, yapamıyoruz, belki de yapmaktan kaçıyoruz. Özellikle de mevzu Batı olduğunda!
Eleştiri yapamıyoruz. Zira eleştiri olarak yapılan bir takım çıkışlar daha çok Batı’nın değirmenine su taşıyor. Bu husus ya cahillikten kaynaklanıyor ya da bilinçli olarak yapılıyor, yaptırılıyor. Dolayısıyla eleştiri yaptığımızı zannederken, eleştiriye uğruyoruz; hem de kendi içimizden. Sonuçta, bizim hanemize eksi olarak yansıyor ve bundan dolayı da kaybediyoruz. Bu da bizi haliyle daha çok hataya itiyor.
Bazıları ise Batıyı hiç eleştirmiyor. Onlar açısından Batı adeta dokunulmaz, kutsal! Eleştiri yapma mecburiyetinde kalındığında ise, eleştirirmiş gibi görünüyor. Oysa yaptığı iş, meselenin kenarında dönüp dolaşmak ya da milleti dolaştırmak ve böylece meseleyi sulandırarak, Batının elinin daha da güçlenmesini sağlamak.
Hele, içimizde belli bir kesim var ki, üç maymunları oynasa daha iyi. Onlar eleştiri adı altında doğrudan doğruya kendi zeminlerini hedef alıyorlar. Eleştiri okları, bundan ötürü dönüp dolaşıp yine bizi vuruyor. Kendi oklarımızla, kendi okçularımız tarafından vurulup duruyoruz. Bunun adına şaşkınlık denmediğini, denemeyeceğini de hepimiz bal gibi biliyoruz!
Dolayısıyla, her Batı seferinde/krizinde bir taraftan karşımızdakilerle, diğer bir taraftan da en az Batı kadar kendi içimizdeki Batılı çarpık kafalarla, zihniyetlerle, yerli Malta Şövalyeleri ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Bu, ne yazık ki içinden çıkamadığımız bir kısır döngü…
Peki, Bu Okçular Nereden Geliyor?
Elbette kendi içimizden! Neredeyse tamamına yakını böyle! Oturulsun ve ciddi anlamda bir sistem sorgulaması, araştırılması yapılsın. O zaman gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktır. En azından bunların önemli bir kısmının kendi ellerimizle, bu milletin, devletin parasıyla yetiştirildiği, ön plana çıkartıldığı, dolayısıyla da gökten paraşütle indirilmediği anlaşılacaktır.
Bu durum, sadece içinde bulunduğumuz son üç beş yılın ya da son on yılların bir meselesi ya da sonucu değil. Bir kaç yüzyıldır bunu yaşıyoruz. Bunun temelinde de çöküş süreci ile birlikte yaşadığımız arayışlar ve burada kendimizce bulduğumuz teşhis ve tedavi sorunu yatıyor.
İçinde bulunduğumuz kompleksten kurtulamadıkça, gerçek kurtuluşu yakalayabilmemiz ve dış politikada güçlü olabilmemiz mümkün değil. Bu noktada, Batıya teslim olmuş bir zihin yapısı ve entelektüel bir sınıfla Türk-Batı hatta diğer ülkelerle olan ilişkilerde ölçünün, dengenin sağlanması da çok zor. Çünkü ilişkilerin seyrini ahlaklı ve dengeli bir şekilde teşhis edebilecek bir kitleden yoksunuz.
Kendi değerlerinden, coğrafyasından, tarihinden, inançlarından, misyon-vizyon anlayışından yoksun, beslenmemiş bir kesim hangi literatür, terminoloji, ideolojik anlayış/duruş ve aidiyet duygusu ile Batıyı eleştirebilir?
Dolayısıyla artık şu gerçeği görmemiz ve ona göre tedbir almamız gerekiyor: Batıya karşı, içimizdeki Batılılar ile mücadele edebilmemiz ve müspet bir netice alabilmemiz mümkün değil. Bunun için, ciddi anlamda yerli-milli düşünebilen, kendi tarihinden, coğrafyasından, inançlarından beslenmiş olan ve merkeze kendi milletini-devletini koymuş olan inanmış beyinlere, aydınlara ihtiyacımız var. Aksi takdirde Batı ile olan mücadelemizi daha çok kaybederiz!