Arap Baharının Derin Çelişkisi: Libya Örneği

Paylaş

Libya’da yaşanan son gelişmeler, Arap Baharının demokrasi/istikrar bağlamındaki temel çelişkisini gözler önüne sermektedir. Arap Baharı, uzun süredir otoriter rejimlerle yönetilen halkların demokratik dönüşüm talebini temsil etmiştir. Pek çok Batılı ülke, bu haklı talebe önce temkinli yaklaşmış, bekle-gör politikası izlemiştir. Ancak Tunus’ta başlayan kalkışmanın hükümet krizine yol açması ve diğer Ortadoğu ülkelerine yayılma eğilimi bu tavrın değişmesine neden olmuştur. Batılı ülkeler halkın taleplerine destek vermeyi tercih etmiştir. Ancak ilerleyen süreçte çatışmalar, iç savaşlar ve küresel siyaseti olumsuz etkileyen bir istikrarsızlık ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine halkın demokratik talepleri bir kenara itilmiş, istikrar ve düzenden yana bir tavır alınmıştır. Ortadoğu ülkelerinin demokratik olmalarından çok istikrarlı ve Batıyla uyumlu olup olmadıkları önem kazanmıştır.

Libya’daki durum da bunu doğrulamaktadır. NATO’nun öncülüğünde bir uluslararası operasyonla Kaddafi rejimi devrildikten sonra Libya başarısız bir devlete dönüşmüştür. Ülkenin tamamında otorite tesis edebilen, etkin ve merkezi bir hükümet halen kurulamamıştır. Bölünmüş bir toplumsal ve siyasal yapı ve çökmüş bir ekonomik sistem ortaya çıkmıştır. Otorite boşluğunun yarattığı belirsizlikler Batılı ülkeleri rahatsız etmiştir. Örneğin, Libya Avrupa’ya yönelik göç yollarının en önemli merkezlerinden biridir. Avrupa’ya yasadışı göçün kontrol altına alınabilmesi için Libya’da merkezi bir hükümetin varlığı hayati önemdedir. Ayrıca Libya çok değerli yeraltı kaynaklarına sahiptir ve bu kaynaklar uzun bir süredir etkin şekilde kullanılamamaktadır. Dolayısıyla Kaddafi rejimini yıkılmasına destek veren ülkeler, Kaddafi sonrası Libya’dan memnun değildir.

Tüm uluslararası toplumun üzerinde uzlaşabileceği formül, toplumsal uzlaşıya dayalı ve çoğulculuğa izin veren bir merkezi yönetimdir. Ancak Libya’da bu kadar parçalanmış bir yapı varken ve çatışan siyasal aktörler aynı zamanda silahlı güçlere de sahipken bu uzlaşının sağlanması çok zor ve uzun zaman alacak bir formüldür. Uzun bir süredir tüm Ortadoğu coğrafyasında süren çatışmalar bölge ülkelerini fazlasıyla yıpratmıştır. Bu çatışmalar uluslararası sistem düzeyinde de belirsizlikleri ve riskleri artırmaktadır. Dolayısıyla demokratik toplumsal uzlaşı arayışı, yerini istikrar ve düzen arayışına bırakmaktadır. Tıpkı Kaddafi döneminde olduğu gibi merkezi ve güçlü bir yönetimin tesis edilmesi ve istikrarın otoriter bir yönetimle tekrar sağlanması üstü örtülü olarak çoğu uluslararası aktörün benimsemiş olduğu bir seçenek haline gelmiştir. Bu durumu, Kaddafi dönemine geri dönüş arayışı olarak yorumlamak da mümkündür.

Libya’daki istikrarsızlık bölge ülkeleri açısından da riskleri artırmaktadır. Bu ülkelerden Tunus, Arap Baharı sonrasında nispeten istikrarlı bir yönetim kurmayı başarmıştır. Mısır, Arap Baharı sonrasında bir darbe ile eski otoriter rejimine geri dönmüştür. Suriye’deki muhalif kalkışma büyük ölçüde başarısız olmuştur. Bu bağlamda, Arap Baharında bir geri dönüş süreci yaşanmaktadır. Aktörler ve liderler değişse de eski yönetim anlayışı sürmekte ve otoriter yapılar güçlenmektedir. Dolayısıyla Libya’da belirsizliğin sürmesi, Mısır ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölge ülkelerinin arzu ettiği bir durum değildir. Nitekim, General Halife Hafter’in başlattığı operasyon öncesinde bu ülkelerle kurduğu yoğun temas dikkat çekicidir. Bu noktada Cezayir ve Sudan’da yaşanan gelişmeleri de hatırlatmak gerekir. Bölgede tesis edilmeye çalışılan istikrar ve düzen sağlam temellere sahip değildir. Libya’daki arayış, bu temellerin sağlamlaştırılması yönündedir.

Libya’da ortaya çıkan bu arayış çok önemli bir soruyu gündeme getirmektedir. Kurulması planlanan otoriter yönetimin başında kim olacaktır? Etkin askeri grupların bulunduğu bir ortamda bu soruya barışçıl yollardan yanıt vermek çok zordur. Libya’da çatışmalar bir süredir devam etmektedir ve durum her geçen gün daha da vahim bir hal almaktadır. Bu noktada, Libya’daki hangi aktörün hangi uluslararası güçlerle işbirliği yaptığı önemli bir husustur. Ulusal Mutabakat Hükümeti, uluslararası toplumun tanıdığı meşru hükümet görünümündedir ama yeterli askeri güce sahip değildir. General Hafter, tam da Ulusal Diyalog Konferansı öncesinde Trablus’u ele geçirmek için askeri operasyon başlatmıştır. Bu operasyonu, Konferans öncesi elindeki kozları artırmak için yaptığı söylenebilir. Ancak, bu operasyonun, birtakım uluslararası güçler yeşil ışık yakmadan yapılmış olması çok düşük bir ihtimaldir.

Hafter’in operasyon öncesinde Suudi Arabistan’ı ve Mısır’ı ziyaret etmesi yeşil ışığın kimler tarafından yakıldığına dair ipuçları vermiştir. Bu iki ülkeyle birlikte Birleşik Arap Emirlikleri’nin de Hafter’i destekledikleri bilinmektedir. Hafter’i destekleyen bu ülkelerin ortak özelliği ise Ortadoğu’da ABD ekseninde bir politika yürütüyor olmalarıdır. Hatta, Ortadoğu’daki kutuplaşmanın bir tarafı haline gelmektedirler. Bu nedenle Hafter’e ABD’nin de üstü örtülü bir onay verdiğini söylemek mümkündür. Çatışmalar başladıktan kısa bir süre sonra Hafter ile ABD Başkanı Donald Trump arasında bir telefon görüşmesi yapılmış ve Trump Hafter’e desteğini sunmuştur. Dolayısıyla Hafter’in sadece Libya’nın geleceğine dair müzakerelerde kozlarını artırmak için harekete geçtiği söylenemez. Bu operasyon nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın gücünü daha da pekiştirmiş olacak ve Libya siyasetinin en belirleyici aktörü haline gelecektir.

Bununla birlikte Libya’daki güç mücadelesinin net sonuçlarını görmek için henüz erkendir. Ancak bu süreçte Libya halkının ağır bir bedel ödeyeceği şimdiden söylenebilir. Libya’da Kaddafi sonrası dönemin ve genel olarak Ortadoğu’da Arap Baharı sonrasında yaşananların çok ciddi güvenlik sorunları yarattığı doğrudur. Bu nedenle, uluslararası toplumun demokrasiden çok otoriteden yana tavır almaları çok da anormal bir durum değildir. Ancak demokrasi taleplerini ve halkın refahını bir kenara itmek de ağır sonuçlar doğurmaktadır. Cezayir ve Sudan’da yaşanan son gelişmeler dikkate alınırsa, Arap Baharında dile getirilen toplumsal taleplerin halen önemini koruduğu anlaşılacaktır. Yani, bölgedeki sorunları sadece otoriter rejimlerin sağladığı istikrarla aşmaya çalışmak, geçici bir çözüm sunmaktadır. Bu bağlamda, demokrasi ile istikrar arasında sağlıklı bir dengenin kurulması çok zor ama en doğru seçenek gibi görünmektedir.

Doç. Dr. Emre OZAN
Doç. Dr. Emre OZAN
Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2008 yılında tamamladı. Yüksek Lisans derecesini İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’ndan 2010 yılında, Doktora derecesini ise 2015 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalında aldı. 2011-2015 yılları arasında Gazi Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak görev yaptı. Ekim 2015’ten beri Kırklareli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak çalışmaya devam etmektedir. İlgi alanları güvenlik çalışmaları, Türk dış politikası, Türkiye’nin ulusal güvenlik politikaları ve uluslararası ilişkiler kuramlarıdır. Doç. Dr. Emre OZAN, iyi derecede İngilizce bilmektedir.

Benzer İçerikler