Uzun zamandır Ankara-Washington hattında gerilim yaşanmasına neden olan Türkiye’nin S-400 Hava Savunma Sistemleri’ni satın alma kararı, 12 Temmuz 2019 tarihinde S-400’lere ait parçaların yer aldığı ilk uçağın Mürted Hava Üssü’ne inmesiyle somutlaşmış ve Ankara’nın Washington’dan gelen baskılara boyun eğmediği net bir biçimde görülmüştür.
Bilindiği gibi S-400’ler, savunma konseptli silahlardır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu hamlesi, bölgesel düzeyde barışı sabote edecek bir nitelik taşımamakta; saldırgan bir özellik barındırmamaktadır. Yani Türkiye, dünyanın en hassas coğrafyasında, hayatta kalmaya çalışan bir ülke olarak algıladığı tehditler çerçevesinde kendi güvenliğini sağlayacak önlemleri almaya yönelmiştir.
Her ne kadar Ankara’nın Rus yapımı silahlara yönelmesi, Türkiye’nin bir North Atlantic Treaty Organization/Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyesi olması üzerinden eleştirilse ve durumun müttefiklik hukukuna uygun olmadığı ifade edilse de mesele, Amerikalıların dile getirdiği kadar basit değildir. Çünkü Türkiye, hava savunma sistemlerine ihtiyaç duyduğunu tespit edip; bu ihtiyaca yönelik arayışlara başladığında, ilk olarak Patriot füzelerine yönelmiş; fakat Ankara’nın talebi, söz konusu dönemde Washington yönetimi tarafından reddedilmiştir. Elbette NATO’nun başat aktörü olan ABD’nin Türkiye’ye Patriot vermemesinin müttefiklik hukukuna ne kadar uygun olduğu da tartışmaya açıktır. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO dışı arayışlara yönelmesi son derece meşrudur. Üstelik NATO Antlaşması’nda da Türkiye’nin Rusya’dan silah sistemleri almasını kısıtlayan herhangi bir madde yoktur.
Şüphesiz her egemen devlet gibi Türkiye de dış politika yapım süreçlerini kendi çıkar ve tehdit algılamaları doğrultusunda şekillendirmektedir. Nitekim Amerikalıların Patriot satışı konusunda Ankara’ya olumsuz yanıt vermesi, Türkiye’yi yeni arayışlara itmiştir. Burada unutulmaması gereken nokta, hava savunma sistemleri satın alma işleminin aslında bir alışveriş olduğudur. Bu alışveriş kapsamında Ankara, kendi çıkarları çerçevesinde üç hususa öncelik vermiştir. İlk olarak Türkiye, hava savunma sistemleri içerisindeki en iyi ürünü satın almak istemiştir. İkinci konu ise yapılacak alışverişte kredi kolaylığının sağlanıp sağlanmayacağı olmuştur. Üçüncü husus ise Türkiye’nin hava savunma sistemlerini ilelebet başka ülkelerden satın almak durumunda kalmasının önlenmesi olmuş ve bu nedenle de teknoloji transferi gündeme gelmiştir. Bu üç hassasiyet, Ankara’nın Rus yapımı S-400’lere yönelmesine yol açmıştır.
Türkiye’nin Rus yapımı silahlara yönelmesine Washington yönetiminin verdiği tepkinin temelinde ise makul gerekçeler bulunmamakta; Türkiye’yi kontrol edemiyor olmanın verdiği rahatsızlık yer almaktadır. Bu rahatsızlığı Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da “Mesele S-400 değil, Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere bölgesindeki gelişmeler konusunda kendi iradesiyle hareket ediyor olmasıdır.”[1] açıklamasıyla dile getirmiştir. Kısacası Washington’daki S-400 rahatsızlığının nedeni Ankara’nın bağımsız bir aktör olarak hareket etmesidir. Zira Türkiye, S-400’lerle birlikte, algıladığı tehdidin yönünün değiştiğini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu da ABD’nin tepkisini çekmektedir. Çünkü Washington, Ortadoğu’daki en önemli müttefikini kaybettiğinin farkındadır.
Aslında Türkiye’nin ABD’nin küresel imparatorluk girişimi karşısında devletlerin bağımsızlığına saygı duyan çok kutuplu bir dünyanın inşa edilebilmesi yönündeki iradesi, yeni bir gelişme değildir. Ankara, 16 Kasım 2001 tarihli “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı”ndan beri, Amerikan gücünün dengelenmesine yönelik arayışlar içerisindedir. 16 Kasım 2001 tarihli plan vesilesiyle Türkiye ve Rusya, çok kutuplu dünyayı savunduklarını ve tek kutuplu dünya arzulayan ABD’nin bölgede uygulamak istediği projelere karşı olduklarını ortaya koymuşlardır.[2] Dolayısıyla Ankara-Moskova yakınlaşmasının temelinde ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’yı şekillendirme girişimlerinin yarattığı rahatsızlık vardır. Yani ABD’nin revizyonist girişimleri karşısında Türkiye, yakın çevresindeki statükonun korunmasını istemektedir. Çünkü Ankara, bölgesine yönelen en büyük tehdidin bölge dışı aktörlerin bölgeyi şekillendirme girişimleri olduğunu düşünmektedir. Nitekim Türkiye’nin yakın geçmişte yaşadığı güvenlik sorunlarına bakıldığında da ABD etkisi dikkat çekmektedir. Zira Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü Partiya Yekîtiya Demokrat/Demokratik Birlik Partisi’ni (PYD) destekleyen de Irak’ın kuzeyinde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) aracılığıyla “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Kürdistan’ı”nın kurulmasını teşvik eden de Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) elebaşını ülkesinde barındıran da Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) yönelik silah ambargosunu kaldırarak bölgede yaşanabilecek silahlanma yarışının önünü açan da ABD’dir.
ABD kaynaklı tehditler karşısında Türkiye’nin bugünkü tutumu ise İsmet İnönü’nün Kıbrıs Meselesi için 1964 yılında vurguladığı bir cümleyi hatırlatmaktadır. Amerikan saldırganlığına karşı Türkiye, “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye de o dünyada yerini alır.” şeklinde özetlenebilecek bir duruş sergilemekte ve S-400’ler de bu duruşu ortaya koymaktadır.
Neticede Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı’nın ardından Ankara-Washington hattında kırılmaya yol açan üç kritik gelişme yaşanmıştır. Bunlardan ilki 1 Mart 2003 tarihinde, ABD’nin Irak’ı işgal etme girişimi karşısında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden (TBMM) çıkan tezkere kararıdır. Bahsi geçen tarihte TBMM, Washington yönetiminin Ortadoğu’yu şekillendirme girişimine net bir şekilde karşı çıkmış ve ABD’nin suç ortağı olmayacağını tüm dünyaya duyurmuştur. Washington yönetimiyle ilişkilerde kırılma yaratan bir diğer gelişme ise 2016 yılındaki 15 Temmuz Kalkışması’dır. 15 Temmuz Darbe Girşimi’yle, Türkiye’nin yeniden kontrol altına alınması hedeflenmiş; lakin Türk milleti buna izin vermemiştir. Üçüncü gelişme ise S-400’ler olmuş ve Ankara, Washington’a kendi kararlarını alabilen bağımsız bir aktör olduğunu göstermiştir. Çünkü S-400’ler konusunda Türkiye’ye yapılan baskı, meselenin savunma ihtiyacının ötesinde bir bağımsızlık meselesine dönüşmesine sebebiyet vermiştir. 12 Temmuz 2019 tarihinde S-400’lerin teslimatının başlaması ise Türkiye’nin ABD’ye boyun eğmeyeceğini gözler önüne sermiştir. Teslimatın 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminin üçüncü yıl dönümünden yalnızca üç gün önce gerçekleşmesi ise zamanlaması itibarıyla Türkiye’nin duruşunu daha da anlamlı kılmakta ve Amerikan saldırganlığına karşı bir meydan okuma niteliği taşımaktadır.
[1] “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan S-400 Açıklaması”, Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/siyaset/cumhurbaskani-erdogandan-s-400-aciklamasi-2839832, (Erişim Tarihi: 13.07.2019).
[2] Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı hakkında detaylı bilgi için bkz. Mehmet Seyfettin Erol, “16 Kasım 2001’den 24 Kasım 2015’e Türk-Rus İlişkileri: “Avrasya’da İşbirliği”nden Yakın Çevrelerde Güç Mücadelesine Analitik Bir Bakış”, 2. Uluslararası Osmaneli Sosyal Bilimler Kongresi: Osmanelinden 21. Yüzyılı Okumak Bildiriler Kitabı, Murat Ercan vd., der., Bilecik 2016, s. 165-178; Mehmet Seyfettin Erol, “Küresel Güç Mücadelesinde Avrasya Jeopolitiği ve Türk Avrasyası”, Küresel Güç Mücadelesinde Avrasya’nın Değişen Jeopolitiği: Yeni Büyük Oyun, Mehmet Seyfettin Erol, der., Barış Platin Kitabevi, Ankara 2011, s. 7-52; Mehmet Seyfettin Erol, “Küresel Güç Mücadelesinde Avrasya Jeopolitiği ve Avrasyacılık Tartışmaları”, Rusya Stratejik Araştırmaları-I, İhsan Çomak, der., TASAM Yayınları, İstanbul 2006, s. 119-149; Mehmet Seyfettin Erol, “Post Sovyet Alanında Türkiye-Rusya İlişkileri: “Sıfır Toplamlı Bir Oyun mu Yoksa Güvene Dayalı İşbirliği mi?””, Türkiye Cumhuriyeti Rusya Federasyonu İlişkileri, Haydar Çakmak-Mehmet Seyfettin Erol, der., Barış Platin Kitabevi, Ankara 2013, s. 119-132; Mehmet Seyfettin Erol, “Türkiye-Rusya Merkezli Bir “Avrasya Ekseni” Mümkün mü?”, ANKASAM, https://ankasam.org/turkiye-rusya-merkezli-bir-avrasya-ekseni-mumkun-mu/, (Erişim Tarihi: 13.07.2019).