“Onun yolu, benimkinin aksine, merhamet davasının lâfazanı değil, kendisi!…[1]”
Türkiye’nin modernleşme seyri 3. Selim ile daha baştan yukarıdan aşağıya doğru bir modernleşme seyri başlamış oluyordu. Halkın bu yenilik hareketlerine sıcak bakmamasının nedeni hep yukarıdan gelen dayatmalar olmasıydı, bu değil miydi II. Mahmut’a “gâvur” sıfatı takılma sebebi. Genç Osmanlılar sonrası İttihat ve Terakki hareketi ile birlikte (Jön Türkler aracılığıyla) başlayan laiklik eksenli modernleşme girişimleri toplumu Batı medeniyeti ile tanıştırma ve kaynaştırma gayretindeydi. Çünkü, milli sorun yani İmparatorluğu kurtarmanın yolu bu soruna sebep olan batı medeniyeti dairesinin içine dahil olmaktı. Coğrafya değiştirmeden zihniyet değiştirmek dedikleri husus buydu meşhur Ziya Gökalp ile birlikte şiirsel bir anlatıma da kavuşuyordu: “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak”, yani Türlük ve İslamlığımızı muhafaza ederek batı medeniyeti içine dahi olmak. Zira Kültür ve medeniyet ayrımı yani bize özgü olan kültüre sahip çıkarak tüm insanlığın ortak ürünü olan medeniyet dairesi içindeki konumumuzu kazanabilirdik.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri bu tartışmayla geçti ancak genç Cumhuriyetin ilk yılları da bu kültür ve medeniyet tartışmasından arınmış değildi. Bu tartışma bazen medeniyet kavramının dışında, modernleşme, Batılılaşma ve hatta bazen başlı başına bir ideolojik göndermeye sahip Batıcılaşma kavramı kullanılarak yapılıyordu. Tartışmanın biçimi, tartışmayı yürüten aktörlerin daha fazla Batılılaşma, modernleşme ya da medenileşme istediklerini ifade edecek tarzda sürüyordu. Buna karşılık bu süreci, süreci yürüten aktörleri yani aydınları merkez alarak başka bir boyuta çeken Kemal Tahir ve Cemil Meriç gibi aydınlar da vardı. Kemal Tahir, Batılılaşmayı, vaktiyle Osmanlının icat ettiği devşirmeciliğe benzetiyordu. Cemil Meriç ise bu tanımlamayı netleştiriyordu: Bizim intelijensiyamız Batının yeniçerisidir.[2]”
Türk aydını, batılılaşma sürecinde kendi toplumuna fildişi kuleden bakan, onu “adam etme”ye çalışan, onu genetik yapısına kadar işleyen kapıkulu geleneğinin bir parçası olarak tanımlar çünkü o elinden tutulmaya yol gösterilmeye muhtaç bir halktır. Bir tür yerli oryantalizm olarak değerlendirilecek bu görüş aslında Batı medeniyetinin tüm dünyaya sunduğu ‘Batı Medeniyeti’ algısı ile çok yakından bağlantılıdır. Bu batı Medeniyeti algısı: Akılcılık eksenli ilerleme ve özgürlüğün tek örneğini temsil eder ve bu yüzden de tüm dünya halklarının takip etmek zorunda olduğu biricik örnektir. Tarihi evrimini tamamlamamış toplumlar yani batı dışı toplumların üzerine düşen görev onların gittiği yolları takip etmek, onlara tecrübeliler tarafından sunulan yöntem ve kurumları hayata geçirmektir. Onların avantajları Batılı toplumlara göre daha kısa sürelerde modernliğin nimetlerine sahip olmaktır.
Yukarıda çizilen uluslararası konumlanma (bazen buna işbölümü de denilir: Zengin ülkelerin sanayi ve enformasyon, yoksul ülkelerin daha çok hammadde ve işgücüyle katıldıkları bir işbölümü) Türkiye Cumhuriyeti gibi genç ve dinamik ülkeler tarafından zorlandığında veya zorlanmaya çalışıldığında yapılan fincancı katırlarını ürkütmekten farksız bir hal olarak görülebilir. Türkiye’nin izlediği kalkınma yolu gerçekte modernliğin ana ilkelerini esas alan ama kendi değerlerinden kopmayan bir politika olduğunda yani küresel olanla barışık ve onu içine alan ama kendi yerelini de işin içine sokarak yapılan bir harmanlama çeşitli engellerle ve eleştirilerle karşı karşıya kalabilir. Son yıllarda Türkiye’nin muhatap olduğu sorunları bu eksen üzerinde okumak yukarıda anlatılmak istenenlerin daha iyi anlaşılmasını sağlar.
Türkiye ekonomik olarak geliştikçe sadece ekonomik ve askeri alanda güce sahip olmayacak aynı zamanda hem Asya’daki Türk toplulukları hem de Ortadoğu’daki Müslüman toplulukları için bir yumuşak güce sahip olmuş olacak. Bu ise Küresel siyasal aktörler alanına bir aktörün daha dahil olması anlamına gelecektir.
Türk demokrasisi pekiştikçe bölgedeki otoriter yönetimler için daha cazip bir model, küresel sermaye için daha güvenli bir liman olacaktır. 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişimi karşısında Batılı demokratik ülkelerin adeta ölümcül sessizlikleri korkutucu olmaktan çok kıskançlıktandır. Çünkü henüz demokrasi kültürüne sahip olmadığı, siyasal evrimin çok çok gerilerinde yer alan bir halk tank ve savaş uçaklarına karşı çıplak elleriyle tepki göstermiş ve Batılı aydınların çok sevdikleri sivil itaatsizliği sergilemişlerdir. Halk, J. Locke’un teorisine vücut vermiş ve meşru olmadığını düşündüğü bir yönetimi daha başından engellemiştir. Batı darbe karşısında sessizdir çünkü demokratik değerler ve demokrasiye sahip çıkma onların tekelindedir. Zürcher Batı ve Rusya karşısında çaresiz kalan ve ölümcül yenilgiler alan Osmanlı’daki kuvayı milliye ruhunu anlatırken bunu ancak Türklerin yapabileceğini belirtir. Darbe gecesi başının üzerinde uçan uçaklara hesap sorarcasına el sallayanlar da onların torunlarıdır ve onlar aslında yazının başında rahmetli Necip Fazıl’ın Reis Bey’indeki yufka yürekli ve mert kaatile Reis beyin hitapıyla hitap edilmesi gerek insanlardır çünkü biz bu işin sadece lafazanlığını yapıyoruz oysa necip millet demokrasinin bizzat resmini çiziyor.
[1] Kısakürek, Necip Fazıl (2013), Reis Bey, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 175.
[2] Meriç, Cemil (1978), Mağaradakiler, İstanbul, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s.33