Türkiye’nin son yıllarda Batı’yla olan ilişkileri bozulmaya devam etmektedir. Bu gerginlik Türkiye’nin hem iç politikasında hem de bölgesel ve küresel politikalarında kendini göstermektedir. Bu bağlamda Suriye Krizi, Fırat’ın Doğusu, S-400 Hava Savunma Sitemi, F-35 savaş uçakları, İran’a yönelik ekonomik yaptırımlar ve Venezuela Krizi gibi konularda tarafların çıkarları çatışmaktadır. Bu durum, Türkiye-Batı ilişkilerindeki sorunların sadece konjonktürel gelişmelere olan farklı bakış açılarından değil, yapısal nedenlerden kaynaklandığına dair tezleri güçlendirmektedir. Kısacası, uluslararası toplumda Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı düşüncesi yaygınlık kazanmaktadır. Bu makalede ise “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı” tezine alternatif bir bakış açısı getirilmektedir.
Öncelikle burada jeopolitiğin ilk kuralının “ben merkezli” yaklaşım geliştirmek olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir jeopolitik öznenin kendini güçlü bir şekilde tanımlayabileceği ve kendi etrafında oluşturabileceği coğrafi, jeopolitik ve jeokültürel kavram geliştirmesi gerekmektedir. Uluslararası politikadaki özneler bu yaklaşımı geliştirebildikleri derecede başarılıdırlar. Aksi takdirde komşuluk yaptıkları büyük güçler tarafından parçalanmaya mahkûm olurlar. Bu durum özellikle birbiriyle rekabet içinde olan jeopolitik ve jeokültürel yapıların kesiştiği noktada bulunan ülkeler için önemlidir. Bu tespitin günümüzdeki canlı bir örneği Ukrayna’dır.
Nitekim, söz konusu ülke Avrupa/Batı Dünyası ile Rusya/Avrasya arasında sıkışıp kalmış ve bu meydan okumaya cevap verememiştir. Ukrayna’nın kendini Batı ile tanımlaması Rusya tarafından bir tehdit olarak algılandığı gibi, ülkenin kendini Rusya’nın bir uzantısı olarak görmesi de Batı tarafından sindirilememiştir. Her ne kadar kolay olmasa da Kiev’in kendini merkeze aldığı Slav kimliğine vurgu yapması ülkeyi bu felaketten kurtarabilirdi. Özetle, dış politikadaki başarısızlığın temelinde ülkelerin ben merkezli kimlik ve kavram inşa edememesi ve başkalarının oluşturduğu kimlik ve kavramları benimsemesi yatmaktadır.
Türkiye örneğine gelecek olursak, ülke Avrupa/Batı Dünyası, Arap/İslam Dünyası ve Avrasya/Türk Dünyası şeklinde tasnif edilen bölgelerle sınırdaştır. Bu üç coğrafyayı Türk dış politikasının ana üç ekseni/yönü olarak tanımlayabiliriz. Her üç eksenin Türkiye’nin iç politikasında da yansımaları bulunmaktadır. Türk toplumunun bir kesimi kendisini Batı değerleriyle özdeşleştirirken, bir başka kesimi İslami değerlerle tanımlamaktadır. Üçüncü kısmı ise Türkiye’nin Avrasya/Türk Dünyası’nın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir. Ancak, Türkiye kendini bu üç coğrafyanın bir uzantısı veya parçası olarak değil, onların merkezi olarak tanımladığı takdirde “ben merkezli” kimlik oluşturmuş olacaktır.
Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu dünya düzeninden dolayı Türkiye kendini Avrupa/Batı Dünyası’nın bir parçası olarak tanımlamak zorunda kalmıştır. Ancak 1990’lı yıllarda Sovyetlerin dağılmasından sonra Ankara’nın nüfuz alanı bir anda Asya’nın içlerine doğru uzanmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye’nin İslami kimliğinin iktidara taşınmasıyla Ankara Arap/İslam Dünyası’ndaki sorunların çözümü noktasında kendini sorumlu görmeye başlamıştır. Ankara’ya göre; Türkiye’nin tarihsel derinliği bunu zorunlu kılmaktadır. 2010’lu yılların başına kadar Türk dış politikası bu üç yön arasındaki dengeyi korumayı başarmış ve Ankara merkezli bir coğrafya oluşmaya başlamıştır.
Ne var ki Türkiye’nin Batı’daki ortakları Soğuk Savaş döneminde kurulan kurumsal ilişkiler sayesinde Ankara’yı kendi çıkarları çerçevesinde kullanmaya devam etmek istemektedirler. Türkiye’nin Batı ile arasındaki çıkar uyuşmazlığı Ankara’yı Avrasya ve İslam Dünyası’nda yeni ortaklıklar kurmaya itmektedir. Ancak burada Türkiye’nin NATO müttefikliği çerçevesindeki sorumluluklarına hiçbir şekilde zarar vermediğine dikkat çekmemiz gerekmektedir. Buna rağmen Türkiye’nin sözde müttefikleri Avrupa/Batı Dünyası, Ankara’nın ulusal tehdit olarak tanımladığı grupları tehdit olarak algılamak bir yana onlarla etkin işbirliği içerisine girmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin Batılı ortakları müttefiklik sorumluğunu yerine getirmemektedir. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki “Türkiye, Batı’dan uzaklaşıyor” tespiti yanlıştır. Bunun tam aksine “Batı, Türkiye’den uzaklaşmaktadır.”
Sonuç olarak, Türkiye Batı Dünyası’nın bir “parçası”, “uzantısı” veya bir “sınır karakolu” değildir. Ankara güvenlik risklerinden dolayı eşit bir ortak ve uluslararası politikanın bir öznesi olarak Batı kurumlarına üye olmuştur. Ancak bu durum Türkiye’nin kendi çıkarlarından vazgeçerek Batı’ya hizmet etmeye devam edeceği anlamına gelmemelidir. Ankara’nın doğal olarak kendi çıkarlarını koruması, onun Batı’dan uzaklaşması olarak yorumlanamaz. Bilakis, Batılı ortaklar Türkiye’ye karşı olan müttefiklik görevlerini yerine getirmediği için Ankara’ya ihanet etmekte ve Türkiye’den uzaklaşmaktadırlar. Bu durumda Türkiye’nin Avrasya ve İslam Dünyası’ndaki ortaklarıyla işbirliğini güçlendirmesi ve kendi etrafında Ankara merkezli jeopolitik ve jeokültürel yapı oluşturmaya çalışması yerinde bir yaklaşım olacaktır.