İkinci Dünya Savaşı sonrasında tesis edilen uluslararası sistemde aralarında bir yapısal işbirliği ilişkisi söz konusu olan Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gerek askeri ve politik gerekse ekonomik ve teknik alanlarda hem ikili ilişkilere hem de kurumsal ilişkilere sahiplerdir. Bu ilişkiler yumağında özellikle askeri ve politik boyutlar daha fazla ön plana çıkmaktadır. Askeri boyutta ikili müttefiklik ilişkisinin yanı sıra Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO/KAAÖ) bünyesinde yapısal ve kurumsal bir müttefiklik de söz konusudur. Politik olarak ise Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin konjonktürü ve uluslararası sistemin yapısından ötürü tehdit ve çıkarlarına ilişkin varsayımlar neticesinde ABD’nin liderliğinde mevcudiyet bulan Batı Bloku’nun bir parçası olmuştur.
Söz konusu birliktelik ve müttefiklik ilişkisinde 1990’lara kadar devam eden Soğuk Savaş dönemi boyunca birkaç istisna haricinde (Küba Füze Krizi, U2 Uçak Krizi, Johnson Mektubu, Haşhaş Krizi, İncirlik Üssü Krizi gibi) ciddi çalkantılara ya da krizlere de şahitlik edilmemiştir. Ancak 2000’li yıllarla birlikte gerek Türkiye gerekse ABD tarafında iki ülkenin pozisyonunun sorgulanmaya başlandığı görülmüştür.
2001 yılına gelindiğinde, ABD’ye yönelik olarak gerçekleştirilen ve literatürde ağırlıklı olarak “11 Eylül Saldırıları” şeklinde adlandırılan terör eylemleri gerek küresel sistem gerekse ülkelerin ikili ilişkileri bağlamında önemli bir kırılma noktası olmuştur. Bu saldırılarla birlikte ABD liderliğinde yeni bir güvenlik konsepti inşa edilmiş olup; geleneksel tehditlerin ve müttefiklerin dışında yeni tanımlamalara gidilmiştir. Bu gelişmelerle birlikte gerek karar alıcılar gerekse uzmanlar ABD’nin küresel liderliğini ve hegemonyasını daha açık bir şekilde sorgulamaya başlamıştır.
Mevzubahis sorgulamanın temelinde ise hem ABD hegemonyasının güvenli bir uluslararası sistem tesis edememesi ve kendisini dahi tehditlerden koruyamaması hem de Asya-Pasifik merkezli olarak ABD hegemonyasına özellikle ekonomik yönü ağırlıklı bir meydan okuma yer almaktadır. Bu meydan okumada “Rakip (Challenger)” rolünde yer alan aktör ise Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Ayrıca Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi devletler de yükselen güçler olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla net biçimde uluslararası sistemin tek kutuplu yapısı tartışmaya açılmış olup; çok kutuplu bir sisteme yönelik varsayımlar kuvvetlenmiştir.
Çok kutupluluğun ve ABD hegemonyasının tartışıldığı bir dönemde Türkiye ise 16 Kasım 2001 tarihinde Rusya Federasyonu’yla Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı’nı imzalayarak çok kutuplu dünyada pozisyon almaya çalıştığını bariz biçimde ortaya koymuştur. Böylece artık Soğuk Savaş döneminin şartlarının geçerli olmadığı yeni bir uluslararası sistem Türkiye tarafından da teyit edilmiştir. Bu teyit bir yandan Rusya gibi yükselen güçlerle ilişkilerin kurulacağını ifade ederken; öte yandan da Türkiye’nin dış politikada kararlarında daha otonom olacağı anlamına gelmekteydi. Bu yüzden de ABD’yle ilişkiler eskisi gibi olmayacaktı.
2001 yılından itibaren Washington yönetimi de Ankara yönetimi de zaman zaman birbirlerinin çıkarlarıyla örtüşmeyen ve yukarıda bahsedilen müttefiklik ruhuna uygun düşmeyen kararlar almışlardır. Bunun nedeni olarak iki husus ifade edilebilir. Birincisi, uluslararası sistemin dönüşümü; ikincisi ise söz konusu devletlerin çıkar ve tehdit tanımlanmalarındaki farklılaşmalardır. Dolayısıyla artık ilişkilerin göstergesinde düz ve istikrarlı bir doğrudan inişli çıkışlı bir dalgalanmaya geçilmiştir. Bu dönemden itibaren Türkiye’de (2002 yılından beri) Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarı dış politikayı belirlerken; ABD’de George W. Bush başkanlığında Cumhuriyetçiler, Barak Obama başkanlığında ise Demokratlar yönetimde bulunmuştur. ABD’de başkanların ve mensubu oldukları siyasi ekollerin değişmesine karşın iki ülke arasındaki ilişkiler 1990 öncesine nispeten çok daha sıkıntılı ve sorunlu olmuştur. 2020 yılı, daha doğrusu 2020 yılının sonuna kadar süren Donald Trump başkanlığı da bu sorunlu dönemin en belirgin şekilde hissedildiği yıllar arasında yer almıştır.
Cumhuriyetçi politikacı Trump’ın 4 yıl süren başkanlığı boyunca Türkiye-ABD ilişkileri ciddi krizler yaşamıştır. Esasında bu dönemi baştan sona bir kriz dönemi olarak adlandırmak çok da yanlış değildir. Her iki ülkenin başta Ortadoğu olmak üzere dış politikalarındaki derin farklılıklar krizin temel nedeni olarak ifade edilmelidir. Buna ek olarak ABD’nin PYD-YPG-PKK terör örgütüyle ilişkisi, Türkiye’nin ise Rusya’yla askeri münasebetleri, ilişkileri daha da gerginleştirmiştir. Bu gergin atmosfere ek olarak Vize Krizi, Rahip Pastör Andrew Brunson Krizi ve yaptırımlar, sorunların daha da kronik bir hale evrilmesine sebebiyet vermiştir. Türkiye ise bir yandan Rusya’yla askeri ve politik ilişkileri stratejik boyuta taşırken; diğer yandan ABD’ye karşı çıkarlarından taviz vermeyen bir devlet olarak Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Kafkasya ve Karadeniz jeopolitiklerinde inisiyatifler geliştirmiştir.
2021 yılı ise ABD’de Cumhuriyetçi yönetimin yerini Joe Biden başkanlığında Demokratlara bırakacağı ve gerek ABD gerekse diğer devletler açısından yeni bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’yle ilişkiler açısından bakıldığında, Joe Biden’ın Başkan Yardımcılığı ve Senatörlük yılları ile başkan adaylığı döneminde propaganda sürecindeki tutumu göz önüne alındığında, çok pozitif konuşmak mümkün değildir. Öncelikle Biden’ın senatör olarak görev yaptığı yıllarda “sözde Ermeni Soykırımı” için Senato’daki çalışmaları ve Türkiye karşıtı pozisyonunu hatırlamakta yarar vardır. Obama döneminde Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Biden’ın Türkiye karşıtlığı bu dönemde de devam etmiş olup; 15 Temmuz sürecinde başarısız bir sınav verdiği de dikkatlerden kaçmamıştır. Bütün bunlara ek olarak propaganda sürecinde hem Ermeni lobileriyle birlikte Türkiye aleyhtarlığına devam etmiş hem de Türkiye’de iktidarı değiştireceğini ifade etmiştir. Doğrudan Türkiye’ye yönelik ifadeleri göz önüne alındığında, Biden döneminde ABD-Türkiye ilişkilerinin Trump dönemine kıyasla daha çalkantılı olacağı ifade edilebilir. Bu çalkantılı dönemde ciddi krizlere de hazırlıklı olmak gerekmektedir.
Biden’ın doğrudan Türkiye’ye yönelik tutumumun yanı sıra başta Ortadoğu politikası olmak üzere diğer devletlere ve aktörlere yönelik tercihlerinin ve politik tutumunun da ABD-Türkiye ilişkilerini etkileyeceğini ifade etmek gerekir. Bu bağlamda ilk olarak Ortadoğu politikasında öne çıkan unsurlar ABD’nin İsrail, Suriye, İran ve Irak politikasıdır.
Beyaz Saray yönetiminin İsrail politikası gerek Cumhuriyetçi gerekse Demokrat karar alıcılar tarafından geleneksel kodlara bağlı bir şekilde yürütülmektedir. Bu minvalde Washington için İsrail’in Ortadoğu’daki varlığı ve güvenliği öncelikli bir gündem maddesidir. Trump yönetiminin Tel Aviv’e olan yakınlığı ve bahse konu ilişkilerdeki şahin tutumu göze alındığında, Biden ve ekibinin daha şahin olmayacağı beklenilebilir. Dolayısıyla yeni Başkan’ın İsrail politikası, Ankara’yla ilişkilerin seyrinde herhangi bir beklenmedik değişikliğe sebebiyet teşkil etmeyecek gibi durmaktadır. Suriye jeopolitiğinde ise Trump’ın daha az müdahaleci politikasının terk edilmesi ihtimali kuvvetlidir. Gerek Demokratların dış politika tercihleri gerekse Biden’ın kişisel duruşu Suriye’de PKK-PYD-YPG terör örgütünün daha fazla destekleneceği yönünde bir risk durumuna işaret etmektedir. Bundan ötürü Ankara-Washington ilişkilerinde Suriye ve terör örgütü parametreleri ciddi bir sorunsal olmaya devam edebilir. ABD’nin Irak politikasında ciddi bir sapma beklenmemesine karşın İran için farklı bir strateji uygulamaya konabilir. Bu strateji, Trump yönetiminin şahin tutumunun tersine, Obama döneminde de denenen anlaşma ve işbirliği yoluyla İran’ı sisteme entegre etmek ve etkisizleştirmek şeklinde uygulanabilir. Böylesi bir adım ise İran’ı Rusya ve Çin ekseninden uzaklaştırarak Batı’ya yakınlaştırabilir. Buna karşın Türkiye ve Rusya’nın daha stratejik ilişkiler tesis etmesi söz konusu olabilir.
Son olarak ifade edilmesi gereken husus ise Demokrat Başkan’ın Ermenistan’la ilişkileridir. Ermenistan’la ilişkilerini Ermeni lobisi üzerinden sistematize etmeye çalışan Biden, sözde soykırım kartını daha aktif kullabilir ve Kafkasya jeopolitiğinde ağırlığını Ermenistan’dan yana koyabilir. Bu ise Kafkasya’daki Türkiye-Rusya birlikteliğini daha da kuvvetli hale getirerek yeni bir eksenin oluşumuna yol açabilir.
Netice itibarıyla öne çıkan meseleler ve jeopolitik üzerinden ana hatlarıyla bir okuma yapıldığında, ABD-Türkiye ilişkilerinin önceki dönemlere nazaran ve son on yılda fazlasıyla hissedildiği üzere daha soğuk ve çalkantılı olacağı ifade edilmelidir. Bunun temel nedeni olarak uluslararası sistemin dönüşümünü ele almak gerekirken Türkiye’nin daha bağımsız ve otonom bir aktör olarak dış politikada tercihlerde bulunduğuna da vurgu yapmak gerekir. Dolayısıyla çok kutupluluğa evrilen dünyada Ankara’nın tek taraflı ve Batı’ya endeksli bir dış politika izlemesini beklemek hala Soğuk Savaş döneminin parametreleriyle hareket etmek anlamına gelir. Oysa ki Türk karar alıcılar hem sistemdeki hem de ülkenin kapasitesindeki değişim ve dönüşümlerin farkındadır. Bu farkındalık, Türkiye’nin Batı’yla birlikte Rusya ve Çin gibi Asyalı aktörlerle de ilişkilerini daha sıkı hale getireceği bir stratejiyi beraberinde getirmektedir.