Analiz

Türkiye-AB Yüksek Düzeyli Ekonomik Diyaloğu: Stratejik Anlamı ve İlişkilerin Yönü

AB içerisinde Türkiye’nin üyeliğine dair siyasi irade halen sınırlıdır.
AB, Türkiye’yle yapıcı diyalogu sürdürerek ortak çıkarlar doğrultusunda pragmatik bir yaklaşımı benimsemektedir.
AB-Türkiye ilişkilerindeki yumuşama, jeopolitik gereklilikler, enerji ve ticaret stratejileri ile ABD’nin küresel politikalarının yarattığı baskılar çerçevesinde şekillenmektedir.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

Türkiye, kuruluşundan itibaren çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma hedefine yönelik olarak uluslararası gelişmeleri yakından takip etmiş ve bu süreçte Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Avrupa Konseyi ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) gibi önemli uluslararası kuruluşlarda yer almış ya da yer almaya çalışmıştır. Soğuk Savaş döneminde Türkiye, Sovyetler Birliği’nin baskısından kurtulma ve Batı Bloğu’na entegrasyon sürecinde siyasi ve ekonomik izolasyondan kaçınma amacını gütmüştür. Bu dönemde Batı’yla daha güçlü bağlar kurarak ekonomik entegrasyonu desteklemeyi hedeflemiş ve bu sayede Sovyet tehditlerine karşı güvenliğini artırmayı amaçlamıştır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri (ABD) karşısında denge arayışını sürdürerek Batı’daki güç dengesinin aleyhine gelişmesini engellemeye çalışmıştır. 

Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile ilişkileri, sadece ekonomik kalkınma adına değil, aynı zamanda Türkiye’nin bu topluluğun yardımlarından yararlanma ve mevcut pazar payını koruma çabası olarak da şekillenmiştir. Bunun yanı sıra Avrupa’daki siyasi dinamiklere etkide bulunarak özellikle Yunanistan’ın aleyhteki girişimlerine karşı stratejik bir duruş sergilemiştir. Bu çok yönlü dış politika stratejiyle Türkiye, uluslararası alandaki yerini pekiştirmeyi ve ülke çıkarlarını savunmayı amaçlamıştır. Bu stratejik hedefe ulaşabilmek adına Türkiye, 31Temmuz 1959 tarihinde AET’ye başvuruda bulunmuştur. İlk başlarda AET üyesi ülkeler, Türkiye’nin bu başvurusunu Türkiye’nin İslami kimliği ve Müslüman bir ülkenin mallarının Avrupa pazarına girecek olmasından dolayı sert bir şekilde tartışmışlar, fakat AET ülkelerinin çıkarları önceliklendirildiğinden dolayı Türkiye’ye üyelikten ziyade ortaklık ilişkisi önermiştir. Çünkü o dönem komünizm sadece Türkiye’yi tehdit etmemiş, aynı zamanda Avrupa ülkeleri için de büyük bir tehdit oluşturmuştur. 

Türkiye, AET’nin ortaklı önerisini kabul etmiş, bunun üzerine 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Antlaşması imzalanmış ve 1 Aralık 1964 tarihinde antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle taraflar arasındaki ilişkilerde hem hukuki hem de resmi olarak başlamıştır. Her ne kadar antlaşmanın 28. Maddesi Türkiye’ye üyelik öngörmüş olsa da aslında bu sürecin çok uzun bir zamana yayılacağı, Türkiye’nin AB üyesi olmasının çok zor olacağı ve hatta taraflar arası inşa edilen ilişkilerin hem jeopolitik konjonktürdeki değişimler hem de AB’nin stratejik çıkarlarına bağlı olacağı henüz ilişkilerin başında kendini göstermiştir. Dolayısıyla ilişkiler inişli çıkışlı bir seyir halinde bugüne kadar gelmiştir. 

Bu süreçte AB, 1 Ocak 1996 tarihinde Türkiye ile Gümrük Birliği’ni hayata geçirmiş, 12 Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsü tanımış ve 3 Ekim 2005 tarihinde Türkiye’yle katılım müzakerelerini başlatmıştır. Bu gelişmelerin her aşamasında Türkiye, AB üyeliği konusunda umutlarını artırmıştır. Her bir sürecin sonunda ise ilişkiler gerilmiş ve hatta kopma noktasına gelmiştir. Örneğin 3 Ekim 2005 tarihinde katılım müzakereleri başlamış olmasına rağmen Türkiye-AB ilişkileri zamanla bozulmuş ve birçok alanda gerilme noktasına gelmiştir. Bu durumun temel nedenleri çok boyutlu ve yapısaldır. 

Bu sorunların başında Kıbrıs sorunu yer almaktadır. Türkiye, limanlarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne açmayı reddetmiş, AB ise bu durumu müzakerelerin ilerlemesinde ciddi bir engel olarak görmüştür. Kıbrıs meselesi, teknik süreçlerin siyasallaşmasına neden olmuş ve güven krizini derinleştirmiştir. İkinci sırada ise AB, uyum kriterlerini içeren fasıllar konusunda Türkiye’nin ilerleme kaydedememesini gerekçe göstermektedir. Üçüncü sırada ise AB’nin genişleme yorgunluğu ve Türkiye’ye karşı çifte standart politikalar uygulaması bulunmaktadır. AB içinde artan göç karşıtlığı, İslamofobi ve Türkiye’ye dair önyargılar, üyelik perspektifinin zayıflamasına yol açmıştır. Bu da Türk kamuoyunda AB’nin çifte standart uyguladığı algısı güçlenmiştir. Dördüncü sırada ise Doğu Akdeniz ve Yunanistan’la gerilimler yer almaktadır.  Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji politikaları ve Yunanistan’la yaşanan deniz yetki alanı anlaşmazlıkları, AB’nin özellikle Güney Avrupa ülkeleriyle dayanışma göstermesi nedeniyle ilişkileri daha da gergin hale getirmiştir. Son sırada ise popülist siyaset ve karşılıklı sert söylemler bulunmaktadır. Hem Türkiye’de hem de bazı AB ülkelerinde yükselen popülist söylemler, diplomatik dili daha çatışmacı hale getirmiş, diyalog zeminini zayıflatmıştır. Tüm bu unsurlar, Türkiye-AB ilişkilerinin sadece teknik değil aynı zamanda siyasi ve ideolojik nedenlerle de tıkanmasına yol açmış ve üyelik perspektifini belirsizleştirerek ilişkilerin gerilme ve hatta kopma noktasına ulaşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla taraflar arasındaki bu gerginlik günümüze kadar taşınmıştır. 

Peki günümüze ne değişti de AB, Türkiye’yle ilişkileri yeniden canlandırma yoluna gitmiştir? Bu sorunun cevabı açıktır. AB’deki bu değişimin nedeni, daha önceki dönemlerde olduğu gibi, hem jeopolitik konjonktürdeki değişimler hem de AB’nin stratejik çıkarların yeniden tanımlanmasıyla yakından ilgilidir. Başka bir ifadeyle AB-Türkiye ilişkilerindeki yumuşama, jeopolitik gereklilikler, enerji ve ticaret stratejileri ile ABD’nin küresel politikalarının yarattığı baskılar çerçevesinde şekillenmektedir. 

Bu süreçte şu faktör öne çıkmaktadır: İlk olarak Rusya-Ukrayna Savaşı ve NATO’nun artan önemi, Rusya’nın saldırganlığı, AB’nin güvenlik politikalarını yeniden gözden geçirmesine yol açmış, Türkiye’nin Karadeniz’deki stratejik konumu ve NATO’daki askeri kapasitesi vazgeçilmez hale gelmiştir. Bunun yanında Türkiye’nin Ukrayna’daki arabuluculuk rolü (Tahıl Koridoru) ve Batı’yla dengeli ilişkisi, AB’nin Ankara’ya yaklaşımını olumlu etkilemiştir. İkinci etkili faktör enerji arz güvenliği ve Türkiye’nin enerji koridoru rolü, AB’nin Rus enerjisine bağımlılığını azaltma çabası, TANAP ve Doğu Akdeniz’deki alternatif kaynakları kritik kılmıştır. Türkiye, Avrupa’ya enerji tedarikinde kilit bir aktör olarak öne çıkmıştır.

Süreçteki bir diğer önemli faktör, ABD’nin ticaret savaşları ve AB’nin ekonomik ilişkilerini çeşitlendirme ihtiyacının ortaya çıkmasıdır. Trump döneminde başlayan ve Biden yönetiminde de süren ticaret savaşları, ABD-AB ticaret gerilimlerini artırmış, AB’yi alternatif pazarlara yönlendirmiştir. Özellikle ABD’nin çelik ve alüminyum gümrük tarifeleri ve teknoloji ihracat kısıtlamaları, AB ekonomisini olumsuz etkilemiş, bu da Türkiye’yle ticari işbirliğini cazip hale getirmiştir. Bunun yanında Türkiye’nin genç nüfusu, üretim kapasitesi ve Gümrük Birliği’nin güncellenme potansiyeli, AB’nin küresel tedarik zincirlerindeki kırılganlığını azaltmada önemli bir alternatif olarak görülmüştür. 

Bir diğer önemli faktör ise NATO’nun genişleyen rolü ve Türkiye’nin savunma katkısı ön plana çıkmaktadır. Artan küresel güvenlik tehditleri (Rusya, Çin), NATO’nun önemini pekiştirmiş, Türkiye’nin askeri kapasitesi (SİHA’lar, Ortadoğu, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki varlığı) AB’nin savunma stratejilerinde dikkate alınması gereken bir unsur haline gelmiştir. Tüm bu gelişmelerin doğal bir yansıması olarak, 2025 yılında Türkiye-AB Yüksek Düzeyli Ekonomik Diyalog Toplantısı’nın yeniden başlatılması, taraflar arasındaki stratejik yakınlaşmanın kurumsal düzleme taşınması açısından kritik önemdedir. Söz konusu diyalog mekanizmasının yeniden işlerlik kazanması, hem karşılıklı ekonomik çıkarların daha sürdürülebilir bir çerçevede yönetilmesine hem de Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, yeşil mutabakat, dijital dönüşüm ve tedarik zincirlerinin dayanıklılığı gibi konularda somut adımların atılmasına olanak sağlayacaktır. Dahası bu diyalog, yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmayıp, Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden tanımlandığı yeni dönemin yapısal temellerinden biri olarak değerlendirilmelidir.

Fakat bu gelişme karşısında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği kısa vadede beklenmemelidir. Çünkü her ne kadar bugün jeopolitik zorunluluklar, enerji güvenliği ve küresel ticaret dinamikleri AB-Türkiye ilişkilerini yeniden canlandıracak olsa da tam üyelik süreci hem çok daha derin ve çok boyutlu bir dönüşüm gerektirmekte hem de Avrupa Birliği’nin tarihsel ve kültürel kimliği, özellikle de “Hıristiyan kardeşliği” zemininde kurulan değer temelleriüzerinden de değerlendirmek gerekmektedir.

Birincisi AB içerisinde Türkiye’nin üyeliğine dair siyasi irade halen sınırlıdır. Başta Fransa ve Avusturya gibi bazı üye ülkeler, Türkiye’nin tam üyeliğine sıcak bakmamakta; bunun yerine stratejik ortaklık gibi alternatif modeller önermektedirler. Ayrıca AB, sıklıkla üyelik müktesebatında ilerleme kaydedilemediğini vurgulamakta ve Ankara’dan bu konuda reform yapmasını beklemektedir. 

İkincisi, AB’nin iç bütünlük ve genişleme politikası açısından da Türkiye dosyası hâlâ zorludur. Brexit sonrası genişleme konusunda daha temkinli olan AB, Batı Balkanlar gibi daha küçük ve uyum kapasitesi yüksek ülkeleri önceliklendirmektedir. Türkiye gibi büyük, dinamik ve stratejik açıdan bağımsız bir aktörle tam üyelik ilişkisi kurmak, mevcut AB yapısal dengeleri açısından ciddi tartışmalar doğurmaktadır.

Üçüncüsü ve en önemlisi ise AB, her ne kadar resmi olarak laik, çoğulcu ve demokratik değerler üzerine inşa edilmiş bir birlik olsa da kuruluş felsefesine bakıldığında Batı Avrupa’nın Katolik ve Hıristiyan demokrat geleneklerinden beslenen bir siyasal ve kültürel kod taşıdığı görülmektedir. Schuman, Adenauer ve De Gasperi gibi kurucu liderlerin Katolik Hıristiyan demokrat kökenleri, Avrupa projesine “bir Hıristiyan barışı” anlayışı katmıştır. Bu kültürel arka plan, zaman içinde Avrupa kimliğinin oluşumunda etkili olmuş ve AB’yi bir anlamda “Hıristiyan Avrupa” fikrinin modern ifadesi haline getirmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin Müslüman kimliği ve farklı medeniyet havzasından geliyor oluşu, bazı AB çevrelerinde üyelik sürecine dair temel bir çekince olarak görülmektedir. Özellikle Fransa’da Nicolas Sarkozy döneminde sıkça vurgulanan “Türkiye Avrupa’nın kültürel sınırları dışındadır” argümanı, bu tarihsel-kültürel yaklaşımın en açık ifadesidir. Aynı şekilde Almanya’da Hristiyan Demokrat çizgi uzun yıllar boyunca Türkiye için “imtiyazlı ortaklık” önerisini savunmuş ve tam üyelik perspektifine mesafeli yaklaşmıştır. Bu durum, jeopolitik ve stratejik çıkarların ötesinde, kimliksel bir mesele olarak Türkiye’nin AB üyeliği önünde yapısal bir engel olduğunu göstermektedir. 

Türkiye’nin laik bir anayasal sistemle yönetilmesi, NATO üyesi olması ve Batı’yla güçlü ilişkiler kurmuş olması bu kültürel bariyeri aşmaya yetmemektedir. Zira mesele sadece siyasi değil, aynı zamanda Avrupa kimliği ve kolektif hafızasıyla ilgilidir. Ancak bu kültürel ve tarihsel bariyere rağmen küresel krizlerin derinleşmesi, Rusya tehdidi, enerji arz güvenliği, göçmen krizleri ve ticaretin yeniden yapılanması gibi yapısal zorunluluklar, AB’yi daha pragmatik davranmaya itmektedir. Bu nedenle AB, kültürel kimlik temelli çekincelerini bir süreliğine geri planda tutarak Türkiye’yle işlevsel ortaklıklar kurma yolunu tercih etmektedir.

3 Nisan 2025 tarihinde Brüksel’de düzenlenen Türkiye-Avrupa Birliği Yüksek Düzeyli Ekonomik Diyalog Toplantısı’nda taraflar arasında güvenlik, enerji ve ekonomi alanlarında işbirliğinin güçlendirilmesine yapılan vurgu, AB-Türkiye ilişkilerinin yeniden tanımlandığını ve işlevsel bir zeminde sürdürüldüğünü göstermektedir. Eğer söz konusu toplantı, Türkiye’nin tam üyelik perspektifi çerçevesinde, askıya alınan katılım müzakerelerinin yeniden başlatılmasına yönelik stratejik bir adım olarak değerlendirilmiş olsaydı, AB bu toplantıyı farklı şekilde konumlandırabilir ya da Türkiye’deki iç siyasi gelişmeleri gerekçe göstererek toplantıyı iptal edebilirdi. Yapılan değerlendirmeler sonucunda AB, bu seçeneği uygulamaya koymamış ve diyaloğun sürdürülmesinin daha rasyonel bir tercih olduğu kanaatine varmıştır. 3 Nisan 2025 tarihli toplantı, AB’nin Türkiye’yle ilişkilerde öncelik verdiği alanları açıkça ortaya koymuştur. Bu çerçevede ön plana çıkan başlıca stratejik konular şunlardır:

  • Makroekonomik İstikrar ve Yapısal Reformlar: Toplantıda, tarafların ekonomik görünümü değerlendirilmiş, Türkiye’nin uyguladığı mali disiplin ve yapısal reform gündemi olumlu bir şekilde ele alınmıştır.
  • Gümrük Birliği’nin Güncellenmesi: Mevcut Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ihtiyacı taraflarca teyit edilmiştir. Türkiye’nin üretim kapasitesi ve AB’nin küresel tedarik zincirinde yaşadığı kırılganlıklar, bu güncellemenin önemini artıran temel faktörler arasında yer almıştır.
  • Enerji Arz Güvenliği ve Türkiye’nin Geçiş Ülkesi Rolü: AB’nin Rus enerjisine bağımlılığını azaltma stratejisi bağlamında Türkiye’nin TANAP ve diğer enerji geçiş projeleriyle üstlendiği kilit rol vurgulanmıştır.
  • Yatırım ve Ticaretin Derinleştirilmesi: Toplantıda, karşılıklı doğrudan yatırımların artırılması, yeşil dönüşüm ve dijitalleşme gibi alanlarda ortak projeler geliştirilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur.
  • Vize Serbestisi ve Finansal İşbirliği: Türkiye vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması ve Avrupa merkezli finans kuruluşlarıyla Türkiye arasındaki işbirliğinin artırılması da ele alınan başlıca gündem maddeleri arasında yer almıştır.

Toplantının içeriğinden de anlaşıldığı üzere AB, Türkiye’ye ilişkin üyelik dışı ancak stratejik nitelikteki işbirliği modelini öncelemekte ve ilişkilerin yeniden tanımlandığı bir döneme girilmektedir. Bu da gösteriyor ki AB, Türkiye’yle yapıcı diyalogu sürdürerek ortak çıkarlar doğrultusunda pragmatik bir yaklaşımı benimsemektedir.


Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi

Benzer İçerikler