Amerika Birleşik Devletleri “58. Başkanlık Seçimleri” sonrası 45. başkan olarak göreve gelen Donald Trump gerek genel anlamda ABD dış politikası gerekse özelde Ortadoğu politikası bağlamında yeni bir anlayışla hareket edeceğinin sinyallerini açıktan vermektedir. Bu durum, hem uluslararası sistem hem de alt sistemler ve aktörler için riskleri ve fırsatları beraberinde getirmektedir. Önceki yönetimin iç ve dış politikasına tamamen eleştirel yaklaşan Trump, İran bağlamında da Obama yönetiminin projeksiyonunu reddeden bir tutum sergilemektedir. Adaylığından itibaren ABD’nin İran politikasının yeniden ele alınacağını söyleyen Trump, Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşmayı ABD çıkarlarına tamamen aykırı bulmaktadır; öyle ki, söz konusu anlaşmayı bir ahmaklık olarak nitelendirmektedir.
Seçim propagandasından itibaren nükleer anlaşmadan çekileceğini devamlı olarak ifade eden Trump, vize sınırlaması kapsamına İran vatandaşlarını da dahil ederek izleyeceği İran politikasına dair kuvvetli sinyaller vermeye devam etmektedir. Adaylığından başkanlığının ilk icraatlarına kadar olan sürede Trump’a dair bir okuma yapıldığında, ABD’nin İran ile Ortadoğu’da işbirliğinden ziyade rekabet, hatta çatışma merkezli ilişki tesis edeceği beklenilebilir. Dolayısıyla bölge jeopolitiğinde oyun kartları yeniden dağıtılacaktır.
1979 İslam Devrimi’ne kadar Ortadoğu’daki en iyi müttefiklerinden birisi olan İran’ı devrim sonrası kaybeden ABD, söz konusu devleti Ortadoğu’daki çıkarları ve küresel hegemonyası için bir tehdit olarak kodlamıştır. Buna mukabil devrim sonrası iktidarı ele alan Mollalar ve bürokratik elitler de ABD ve Batı’yı bir öteki ve düşman olarak tanımlamıştır. İran’ın “öteki”si sadece Batı ile sınırlı kalmamıştır; mezhep parametresi üzerinden tesis ettiği devlet kimliği, Şii mezhebinden olmayan Müslümanları da öteki olarak ele almaktadır. Daha açık bir ifade ile İran, Sünni Müslüman devletleri de öteki olarak görmektedir. Kimlik ve öteki algısını mezhep temelinde şekillendiren İran, Ortadoğu’da Şii jeopolitiği ve rejim ihracını hedeflerinin başına yazmıştır. Bu durum, Türkiye de dahil olmak üzere bölge ülkeleri açısından bir tehdittir.
Ortadoğu’nun potansiyel tehditlerinden biri olan İran ile ABD ilişkileri ise 1979 yılından sonra kesilmiş ve düşman iki devlet ilişkisine evrilmiştir. Ancak bu düz bakış veya genelleme kendi içinde paradoks barındırmaktadır. Şöyle ki, kimilerine göre uluslararası sistemin doğası ve yapısı gereği kimilerine göre ise kimlik için zaruri unsur olan “öteki”, konstrüktivist bakış açısıyla ele alındığında çıkarlar ile ilişkili bir varlıktır. Buradan hareketle çıkarlarınız kimliğinizi dolayısıyla “öteki”yi belirlemektedir. Aynı şekilde karşılıklı bir etkileşim süreci söz konusu olduğundan çıkarlar değişebilir; yani sistemin yapısı veya aktörler de çıkarları belirleyebilir. Bu teorik açıklamanın nedeni ise ABD’nin çıkarları gereği bir “öteki”ye olan ihtiyacıdır.
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Sovyetler Birliği’ni veya komünizmi “öteki” olarak kodlayan ABD, 1979 yılından sonra ise Ortadoğu’da İran’ı bu şekilde kodlamıştır. Burada ABD, birden fazla hedefi bir enstrümanla gerçekleştirmeye çalışmıştır. İlk olarak İran’ı düşman kodlayarak bölgeye nüfuz edebilme ve bölge jeopolitiğinde etkileyici aktör olma imkanını kendince meşrulaştırmıştır. İkinci olarak, bölgenin Sünni Müslüman devletleri ve kesimlerini “İran ötekiliği” üzerinden kendisi ile işbirliğine zorlamıştır. Üçüncüsü ise, Ortadoğu’daki geleneksel müttefiki İsrail’in güvenliğini ve İsrail ile bölgeyi dizayn edebilme kapasitesini artırmıştır. İran’ın Rusya ile daha yakın ilişkilere sahip olması da Ortadoğu devletleri için ABD’yi tercih edilir aktör olması noktasında etkilemiştir.
Paradoks, ABD’nin düşman olarak tanımladığı İran’ı dolaylı bir şekilde Ortadoğu’da etkin tutması ile ilintilidir. Buna kanıt olarak; 1980-1988 İran-Irak Savaşı’nda ABD’nin tutumu, İrangate olayı, Irak’ın Kuveyt’i işgal süreci ve sonrasındaki ABD politikaları, 2003 Müdahalesi sonrası Irak’ta Şii nüfuzun artması, Arap Baharı sürecinin de İran’ın elini kuvvetlendirmesi gösterilebilir. Dolaylı ABD desteği, Obama döneminde ise ilişkilerin normalleşmesi amacıyla görüşmeleri gündeme getirmiştir. Bu kapsamda İran ile P5+1 ülkeleri arasında imzalanan nükleer anlaşma, İran için bir fırsat olmuştur.
İmzalanan nükleer anlaşması kapsamında İran nükleer kapasitesini artırmayacak, buna karşılık uygulanan yaptırımlar kaldırılacaktır. Bu anlaşmanın uygulanması ise; uluslararası sistemden özellikle de Batı’dan tecrit edilen İran’ın sisteme entegre olması, ekonomik kapasitesini artırması, siyasi aktör olarak da güçlenmesi anlamına gelmektedir. Dahası, düşmanlık temelindeki ilişkilerin bu süreçte işbirliği boyutuna evrilmesi de Ortadoğu’da ABD/Batı-İran dostluğunun belirleyici olması ihtimalini barındırmaktaydı. Bu ise bölgenin diğer aktörleri için kabul edilir bir durum değildir. Söz konusu işbirliğinin gerçekleşmeyeceği ve ABD ile İran’ın çatışmacı temelde ilişki tesis edileceği Trump tarafından açıkça belirtilmiştir. Bu durum, bölgedeki dört aktör için yeni bir fırsat demektir. Bu aktörler: İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye’dir. Diğer dört aktörle beraber İran, bölgesel liderlik iddiasında olan devletlerdendir. Bu aktörlerden İsrail, her zaman güçlü bir aktör olabilir ancak bölgenin lider ülkesi olma ihtimali tarihi, dini, etnik ve politik nedenlerden dolayı mümkün değildir.
Mısır, liderlik fırsatını Camp David süreci ile kaçırmış ve son dönemde ülkenin iç karışıklığı orta vadede Mısır’ı da bu denklemin dışına itmiştir. Suudi Arabistan ise ekonomik anlamda güçlü olmasına karşın sert güç unsurlarına sahip olmaması ve politik anlamda da zayıf kalmasından dolayı, en azından kısa ve orta vadede, liderlik iddiasını gerçekleştiremeyecektir. Geriye Türkiye ve İran kalmaktadır. Her iki aktör de, bölgenin yerli aktörüdür. Tarihsel anlamda bu misyona layıktır. Bölgenin diğer aktörlerini şu veya bu şekilde dini kimlik üzerinden etkileme kapasitesine sahiplerdir. Ayrıca bölge ülkeleri ile mukayese edildiğinde hem iç politikada stabiliteyi yakalamış olmaları hem de sert güç unsurları bakımından avantajlıdırlar.
Bu çerçeveden hareketle Ortadoğu perspektifinde Türkiye ve İran ele alındığında, özellikle Kasr-ı Şirin statükosunu ihlal eden ve tarihsel özlemle Pers İmparatorluğu coğrafyasına genişlemeyi hedefleyen iki ülke arasındaki ilişkiler, son dönemde “sıfır toplamlı bir oyun” üzerinden şekillenmektedir. Irak ve Suriye merkezli bakıldığında bu ilişki sistematiği daha da anlaşılır olmaktadır. Böylesi bir denklemde ABD’nin, İran’a Ortadoğu’da açılan alanı daraltması bir güç boşluğu oluşturacaktır. Bu bağlamda meydana gelecek güç boşluğunun yine bölgesel bir aktör tarafından doldurulması gerekmektedir.
Türkiye sıfır toplamlı bir oyunda bölgesel rakibinin her kaybını doğrudan kazanım olarak algılayabilir. Buna ek olarak İran’ın elinin zayıflatılması, Türkiye’nin Irak ve Suriye jeopolitiğinde daha etkin ve güçlü olması sonucunu doğurabilir.ABD’nin keskin İran politikası, ABD-Türkiye ilişkilerine de ivme kazandırabilir. ABD’nin İran’ı dengelemesi ve hatta tecrit etmesi noktasında Türkiye’ye ihtiyaç duyması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu zorunluluk Türkiye için hem Suriye ve Irak jeopolitiğinde hem de Türkiye’nin terör sorunu bağlamında kazanç faktörüdür. Sonuç olarak Türkiye İran üzerinden, ABD ile ilişkilerini daha iyi bir seviyeye taşıyabilir ve Ortadoğu’da kendisine bir alan açabilir.