Son Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Irak ve Suriye Dış Politikası

Paylaş

Irak ve Suriye, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde hayati öneme sahip iki ülkedir. Küresel ve bölgesel güçler, iki ülkede DAEŞ sonrası dönemde oluşacak yeni düzenin önemini fark etmiş ve DAEŞ sonrası düzende etkili bir konuma yükselme çabası içerine girmişlerdir. Bölgede önemli bir konuma sahip olan Türkiye, yaşanan olumsuz olaylardan en çok etkilenen ülkelerin başında gelmektedir ve özellikle 15 Temmuz 2016 tarihindeki hain darbe girişiminin ardından Irak ve Suriye’ye karşı izlediği dış politika stratejisinde köklü bir değişikliğe gitmiştir.

Irak’ta Başbakan Haydar El-İbadi ile eski Başbakan Nuri El-Maliki arasında 2014 yılından bu yana rekabet yaşanmaktadır. El-Maliki, sekiz yıllık iktidarı boyunca elde ettiği imkan ve imtiyazlar aracılığıyla El-İbadi hükümetinin başarısız olması için her türlü girişimde bulunmuştur. El-İbadi ve El-Maliki’yi kıyasladığımızda, El-İbadi’nin mezhepsel temellere dayalı politikalardan kaçındığı ve başbakan olduğu dönemde Irak’ta, El-Maliki’nin dönemine oranla, yolsuzluk oranında bir azalma kaydedildiği söylenebilir. Türkiye’nin böyle bir dönemde El-İbadi ile yakın ilişki kurması, El-İbadi hükümetinin başarılı olmasına yardımcı olacaktır. Yerel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, uzun bir aradan sonra Eylül 2016 tarihinde, El-İbadi hükümetine destek sağlamak amacıyla Bağdat’ı ziyaret etmiştir. Barzani’nin son Bağdat ziyareti de Ankara’nın girişimleri sonucu gerçekleşmiştir. Bu ziyaretten kısa bir süre sonra 17 Ekim 2016 tarihinde ise, El-İbadi Musul Operasyonu’nun başladığını duyurmuştur.

Türkiye ile Irak arasında Musul Operasyonu’nun başladığı sırada hangi tarafların bu operasyona katılacağı meselesi üzerine hararetli tartışmalar yaşanmıştır. Irak’ta İran destekli bazı siyasi gruplar (örneğin el-Maliki), Başika’da terörle mücadele kapsamında bulunan Türk askeri üzerinden Irak ve dünya kamuoyunda Türkiye’ye karşı bir karalama kampanyası başlatmıştır. Fakat 7 Ocak 2017 tarihinde Başbakan Binali Yıldırım’ın gerçekleştirdiği Irak ziyareti, iki ülke arasında yaşanan olumsuz gelişmelere son vermesi açısından çok önemli olmuştur. Başbakan Yıldırım’ın ziyaretinden 20 gün gibi kısa bir süre geçmesinin ardından Musul’dan güzel haberler gelmeye başlamış ve Musul’un doğu tarafının (sol yakası) tamamen kontrol edildiği Iraklı askeri yetkililer tarafından duyurulmuştur. Musul’un en önemli stratejik bölgesi olan ve DAEŞ militanlarının sert direniş gösterecekleri öngörülen batı tarafı (sağ yakası) henüz kontrol edilmemesine rağmen, kontrol altına alınan Musul’un doğu bölgesi manevi açıdan büyük önem arz etmektedir.

Musul’da terör örgütü DAEŞ’e karşı büyük başarılar elde edildiği andan itibaren, bölgede olumsuz bir ortam oluşturmak amacıyla Haşdi Şabi milislerinin derhal harekete geçtiği görülmektedir. Musul’da, Türkiye’nin de desteğiyle kaydedilen başarıları hazmedemeyen tarafların başında gelen Haşdi Şabi milis güçleri aşağıdaki eylemlere başvurmuştur:

  1. Telafer yakınlarına kadar gelen Şii Haşdi Şabi milisleri, Musul’da yüzlerce isimden oluşan bir arananlar listesi hazırlamıştır. Subay, doktor ve öğretim üyelerinden oluşan bu listedeki insanlara, 2014 yılında Musul’un DAEŞ tarafından ele geçirildiği sırada “DAEŞ milisleriyle işbirliği yapma” suçu yöneltilmiştir. DAEŞ ile işbirliği yapanların mutlaka cezalandırılmaları gerekmektedir. Fakat sivil halkın bu suçtan dolayı yargısız infaza maruz bırakılması kabul edilemez bir durumdur. Kimin, nasıl ve hangi temellere dayalı olarak yargılanacağı çok önemlidir. Ama ne yazık ki Haşdi Şabi milisleri, belgelere ve adil yargıya dayanmaksızın sivil halkı mezhep temeline dayalı kriterlere göre yargısız infaz etmeyi hedeflemektedir. Haşdi Şabi, sivilleri yargısız infaz etme meselesinde kötü bir sicile sahiptir. Fakat Musul’da son günlerde elde edilen başarılardan sonra böyle bir adımın atılması ve kontrol edilen bölgelerde bulunan siviller arasında korku yaratılması, sadece ve sadece El-İbadi liderliğinde elde edilen başarıların karartılması hedefine hizmet etmektedir.
  2. Haşdi Şabi milis güçlerinin Musul’un batı yakasını kontrol etmeye yönelik gerçekleştirilecek operasyona katılacağı yönünde medyada bazı haberler dolaşmaya başlamıştır. Haberler gerçeği yansıtmasa da, Musul’daki sivilleri psikolojik olarak olumsuz etkilemektedir. Fakat daha sonra Irak hükümeti, Haşdi Şabi’nin Musul’un batı yakasına düzenlenecek operasyona katılmayacağını duyurmuş ve yerine Irak Federal Polis Birimleri’nin operasyona dahil edildiğini açıklamıştır. Irak Federal Polis Birimleri de daha önce katıldığı askeri operasyonlarda Haşdi Şabi’ye benzer biçimde sivillere karşı katliamlar gerçekleştirmiş ve bu konuda oldukça kirli bir geçmişe sahiptir.
  3. Haşdi Şabi Şii milis güçleri, Sincar’da Peşmerge mevzilerine saldırmıştır. Saldırı sonucunda mevzide bulunan Peşmergeler yaralanmıştır. Haşdi Şabi’ye bağlı silahlı grupların Peşmerge güçlerini bombalamasının arkasında, Şii ve Kürt güçleri arasında çatışma çıkarma hedefi yatmaktadır. Bombalama olayının Musul’da elde edilen başarıların ardından gerçekleştirilmesi göstermektedir ki, bu durum bazı tarafları rahatsız etmiştir ve bölgede kaos yaratacak eylemlerin gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Haşdi Şabi resmi bir açıklama yaparak Peşmerge’ye ait mevziin yanlışlıkla bombalandığını iddia etse de, olayın kasıtsız olmadığı açık ve nettir. Zira bombalanan Peşmerge mevziisinin Haşdi Şabi mevziisine yakın olması, yanlışlıkla bombalama iddialarını çürütmektedir.

Yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı, El-İbadi başkanlığındaki Irak hükümetine sağladığı desteği arttırması durumunda Türkiye, Irak’ta daha etkin bir konuma gelebilir. Türkiye-Irak işbirliğinin Irak’ta teröre karşı mücadele kapsamında Dicle Kalkanı Harekatı’nın başlatılması için zemin hazırlanmasına kadar genişlemesinde her iki devlet için de yarar vardır. Türkiye’nin Irak’ta bir yandan ABD diğer yandan İran ile olan ilişkilerinde dengeli bir politika izlemesi, Irak’taki nüfuzunu genişletmesi açısından çok önemlidir.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan “dostların çoğaltılması ve düşmanların azaltılması” ilkesi kapsamında Suriye Krizi’ne yönelik çözüm arayışlarına başlamıştır. 2016 yılının son ayında yaşanan Halep olayları sonucu Türkiye, Rusya ve İran üçlü bir ittifak yaparak önce Halep ve ardından Suriye’nin tamamında uygulanacak bir ateşkes hususunda mutabakat sağlamış ve 23 Ocak 2017 tarihinde Astana Görüşmeleri sonucunda taraflar ateşkes konusunda bir anlaşmaya varmıştır.

Türkiye, Suriye’de sivil halkın korunması ve bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesi amacıyla Suriye’nin kuzeyinde güvenli bir bölgenin oluşturulmasını talep etmiştir. Türkiye’nin oluşturulmasını talep ettiği güvenli bölgenin Suriye’nin kuzey bölgesinde yaklaşık yüz kilometre uzunluğunda olması, eğer Afrin’e kadar uzanırsa yüz kilometreyi geçmesi ve bölgenin derinliğinin yaklaşık elli kilometre civarında olması öngörülmüştür. Türkiye’nin önerdiği güvenli bölge aşağıdaki hususları hedeflemektedir:

  1. Sivil halkın korunabileceği güvenli bir ortamın oluşturulması.

2011 yılından gümünüze kadar saldırılara maruz kalan siviller, güvenli bölgenin oluşturulmasıyla Suriye rejimi, İran destekli Şii milisler ve Rusya’nın saldırılarından korunacaklardır. Ayrıca Türkiye ve diğer ülkelere sığınan Suriyeliler kendi yurtlarına geri dönme fırsatını yakalayacaklardır.

  1. Oluşturulması öngörülen güvenli bölge tamamen teröristlerden temizlenmesi.

Güvenli bölgede siviller sadece Esad rejimi ve Şii milislerin saldırılarından değil, aynı zamanda istisnasız bütün terör örgütlerinin saldırılarından da korunacaklardır.

Öte yandan ABD Başkanı Trump, Suriye’de güvenli bölge oluşturacakları yönünde açıklamalarda bulunmuştur. ABD nasıl bir güvenli bölge oluşturacak, oluşturulması öngörülen güvenli bölge hangi illeri kapsayacak,  ABD’nin söz ettiği güvenli bölgeyi koruma görevi kime verilecek ve son olarak ABD, güvenli bölgeyi koruma görevini Türkiye, Rusya ve Suriye rejimiyle işbirliği içerisinde ve koordineli bir şekilde mi gerçekleştirecek gibi soruların cevaplarının henüz netlik kazanmamasına rağmen ABD’nin oluşturmayı planladığı güvenli bölge, Türkiye’nin Fırat Kalkanı kapsamında oluşturmayı hedeflediği güvenli bölgeden hem amaç hem de coğrafi konum bakımından farklıdır. Zira, Türkiye Suriye’de Fırat Kalkanı Harekatı’nı gerçekleştirdiğinde ABD, Türkiye’nin bu adımını olumlu karşılamamış ve üstelik harekatın başlamasının ardından istenilen hava desteğini sağlamamıştır. ABD tarafından geçekleştirilen hava saldırıları ise daha çok terör örgütü PYD/YPG’nin lehine olmuş ve Türkiye’nin El-Bab’a kadar ilerleyişi kendi askeri imkanları sayesinde olabilmiştir.

ABD’nin doğrudan PKK terör örgütünün uzantısı olan PYD/YPG milis güçlerine destek sağlaması, ABD ile Türkiye’nin oluşturulmasını önerdikleri güvenli bölge üzerindeki farklılıkların ilk noktasını oluşturur. ABD, oluşturmak istediği güvenli bölgede PYD/YPG gibi Türkiye tarafından terör olarak kabul edilen grupları barındırmayı ve korumayı hedeflemektedir. Buna karşın Türkiye, oluşturulmasını önerdiği güvenli bölgeyle PYD/YPG gibi terör örgütlerine son vermeyi amaçlamaktadır.

ABD, 6 Kasım 2016 tarihinde Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekatı’na karşı PYD/YPG’nin öncülüğünde Rakka’ya “Fırat’ın Gazabı Operasyonu”nun başlatıldığını duyurmuş ve Rakka’nın kontrolü amacıyla PYD-YPG terör örgütlerine destek sağlamıştır. Kısacası ABD, bir terör örgütünü başka bir terör örgütüyle savaştırmakta ve “benim teröristim-senin teröristin” mantığıyla hareket etmektedir.

ABD’nin güvenli bölge oluşturacağını duyurmasından sonra Türkiye, bekle-gör politikası çerçevesinde ABD’nin gelecekteki tavrının netleşmesini beklemeye geçmiştir. Türkiye’nin böyle bir tavır sergilemesi ABD’ye bu konuda fazla güvenmediğini göstermektedir. Türkiye, ABD’nin halen PKK terör örgütünün uzantısı olan PYD/YPG terör örgütünü desteklemesinden dolayı konuya titizlikle yaklaşmaktadır.

Türkiye; ABD başta olmak üzere tüm dünyaya, Ortadoğu bölgesinde Türkiye ve diğer bölge ülkeleri dikkate alınmadan bir şey yapılamayacağını göstermiştir. Sonuç itibarıyla kimse Türkiye’nin bölgede son dönemlerde uyguladığı politikalarda keskin bir dönüş yapmasını beklememelidir.

Dr. Muwafaq Adil OMAR
Dr. Muwafaq Adil OMAR
Lisans (2005) ve Yüksek lisans ( 2008) eğitimini ‘Saddam Sonrası Irak’ta Şiilerin Yeni Konumları ve Körfez Ülkeleri Üzerindeki Olası Siyasal Etkileri’ başlıklı tezi vererek Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlayan Muwafaq Adil OMAR doktora programına Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası ana bilim dalında Doktora öğrencisi olarak halen devam etmektedir. Orta Doğu, Irak, Suriye, İran, Türkiye, Arap ülkeler ve Demokratikleşme üzerinde çalışmakta ve Arapça, Türkçe, Sorani Kürtçesi ile İngilizce dillerini bilmektedir. 2010-2012 yılları arasında Irak’ın Erbil kentinde bulunan Selahaddin Üniversitesi, Hukuk ve Siyaset Bilgiler fakültesinde öğretim görevlisi olarak Siyaset bilimler bölümünde; uluslararası teoriler, uluslararası ilişkilere giriş, siyaset bilimine giriş, siyasi tarih, siyasal sistemler ve hukuka giriş derslerini vermiştir.

Benzer İçerikler