Rusya’nın Yeni Silahları ve Silahlanma Yarışı

Paylaş

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin “ülkenin durumu” konulu konuşmasında ülkenin yeni silahlarını tanıtmıştır. Rus Ordusu’nun “yenilemez” bir füze geliştirdiğini açıklayarak; dünyanın her yerine ulaşabilen bu füzenin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından durdurulamayacağını öne sürmüştür. Putin’in bu çıkışı bir yandan 18 Mart 2018 tarihinde yapılacak Başkanlık Seçimlerine yönelik bir hamle olarak değerlendirilmiş diğer yandan yeni silahlanma yarışını başlatacak bir girişim olarak endişe yaratmıştır.

Putin’in tanıttığı silahlar, yenilemez olduğunu iddia ettiği füzeyle sınırlı değildir. Sarmat adı verilen ağır kıtalararası füze sistemi Putin’in iddiasına göre; Rusya’nın bugüne kadar sahip olduklarından daha uzun menzillidir ve daha ağır savaş başlıkları taşıyabilmektedir. Ancak aktif uçuş mesafesi kısa olduğu için radarlar tarafından tespit edilmesi daha zordur. Sarmat füze sistemi ve sınırsız menzilli “yenilemez” füze Rusya’nın füze sistemlerinde yeni bir aşamaya girdiğini göstermektedir. ABD’nin füze savunma sistemleri balistik füzelere karşı tasarlanmışken Rusya’nın iddiası Washington’ın savunma sistemlerini delecek kapasitede silahlar geliştirdiği yönündedir.

Henüz planlama aşamasında olan; başka bir deyişle denemeleri devam eden farklı silahlar da Putin tarafından kamuoyuyla paylaşılmıştır. Bu yeni silahların tanıtılmasının ardından ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü Dana White, Rusya’dan gelebilecek her tehdide karşı tam şekilde hazır olduklarını açıklamıştır. Ancak Rus silahlarının henüz ne kadar hazır olduğu kesin olarak bilinememektedir. Bu yeteneklere sahip silahların rakip bir devlet tarafından geliştirilme ihtimali bile ABD’yi savunma yapılanmasını gözden geçirme durumunda bırakacaktır. Hatta ABD’nin karşı adımları da şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim Putin’in konuşmasından kısa bir süre sonra Pentagon hipersonik teknolojiler alanında çalışmaların sürdüğünü ve bu türdeki silah testlerinin önümüzdeki yıl başlayacağını duyurmuştur.

Bütün bu gelişmelere bakıldığında; karamsar bir senaryo çizmek için henüz erken olsa da yeni bir silahlanma yarışının uzak bir ihtimal olmadığı anlaşılmaktadır. Muhtemel senaryoları öngörebilmek için sorulması gereken soru böyle bir silahlanma yarışını başlatmak ve sürdürmek için dayanak oluşturacak bir ulusal ve uluslararası zeminin olup olmadığıdır. Başka bir ifadeyle bu silahlanma yarışının ekonomik ve siyasal maliyetinin nasıl karşılanacağı sorgulanmalıdır.

Olası bir silahlanma yarışına giren devletlerin karşılaştıkları maliyeti üstlenecek birincil aktörler, söz konusu devletlerin vergi mükellefleridir. 2008 Küresel Krizi pek çok ülkede, özellikle de gelişmiş ülkelerde insanların işlerini, kazançlarını ve yaşam standartlarını olumsuz etkilemiştir. Nitekim bu krize bir tepki olarak ABD’nin Ortadoğu’daki askeri harcamalarını azaltmayı taahhüt eden bir başkan 2008 Seçimlerini kazanmıştır. Dolayısıyla kestirme bir yorumla krizden olumsuz etkilenen insanların, devletlerinin böylesine maliyetli bir yarışa girmesine istekli olmayacakları söylenebilir. Ancak 2008 Küresel Krizi’nin etkileri çok daha kapsamlı olmuştur.

Toplumsal hareketler, bölgesel ve yerel çatışmalar, etnik ve mezhepsel gerginlikler, kimlik sorunları, mülteci ve göçmen sorunları, terörizm vb. sorunlar 2008 sonrasında hızlı bir artış göstermiştir. Ortaya çıkabilecek yeni durumlar karşısındaki güvensizlik, tüm dünyada popülist hareketlerin güçlenmesi sonucunu doğurmuştur. Özellikle mülteci ve göçmen sayılarındaki artışa koşut olarak 2008 Küresel Krizi sonrasında yaşam standartlarında düşüş yaşayan insanlar içinde bulundukları durumun suçunu üzerlerine atabilecekleri azınlıklar bulmuşlardır. Avrupa’daki aşırı milliyetçiliğin yükselişini, İngiltere’nin AB’den ayrılmasını ve ABD Başkanı Donald Trump’ın göçmen karşıtı seçim vaatlerini bu bakımdan yorumlamak mümkündür. Dolayısıyla 2008 sonrası süreçte giderek güçlenen bir popülizm ve otoriteryanizm dalgası tüm dünyayı sarmıştır.

Belirginleşmekte olan çok kutuplu dünya düzeninin büyük güçlerine şöyle bir bakıldığında bu durum daha iyi anlaşılmaktadır. ABD’de Trump’ın başkan seçilmesi, Rusya’da çok uzun yıllardır Putin hakimiyetinin sürmesi, Çin’in liberal bir kapitalist düzeni benimsemekle birlikte siyasal liberalizme aman vermemesi, dünyanın en büyük ekonomilerinden ve yükselen siyasal güçlerinden biri olan Almanya’da seçmenlerin çok uzun zamandır Merkel yönetimini güvenli bir liman olarak görmesi dikkat çekicidir.

Kısacası 2008 Küresel Krizi sonrasında artan ekonomik sorunlar seçmenleri ekonomik milliyetçiliğe, yeni güvensizlikler ise popülizme ve güçlü yönetimlere yöneltmektedir. Bu noktada Başkan Trump’ın yıllardır ABD tarafından savunulan liberal ekonomik değerleri bir kenara bırakarak; ekonomik milliyetçi hamlelere yönelmesi, yeni bir ticaret savaşını başlatacak önlemler alması hatırlanmalıdır. Dünya giderek çok kutuplu bir düzene geçmekte ve bu düzenin kutupları arasındaki ekonomik ve siyasal gerginlik artmaktadır. Bu nedenle söz konusu gerginlikler karşısında vergi mükelleflerinin ve sıradan insanların yeni bir silahlanma yarışının maliyetini üstlenmeye isteksiz olacağını söylemek pek kolay değildir. Çünkü uluslararası sistem onları ikna edecek pek çok güvensizlik barındırmaktadır.

Bir silahlanma yarışının maliyetini üstlenecek ikincil aktörler ise yarışın içinde olan devletlerin müttefikleridir. Bu açıdan yüksek silahlanma harcamaları yapan büyük güçler güvenlik tedarikçileri olarak karşımıza çıkmaktadır. Büyük güçlerin belirli bir uluslararası ya da bölgesel sorunda benzer çıkarlara sahip oldukları orta büyüklükte ya da küçük güçlerle kurdukları ittifak ikili bir işlev taşır. Birincisi büyük güçler kendi çıkarlarına ulaşmalarını sağlayacak işbirliği mekanizmaları kurmuş olurlar. İkincisi müttefiklerinin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayarak yaptıkları savunma harcamalarının siyasi ve ekonomik maliyetini onlarla paylaşırlar.

Bu durumun en bariz örneği Soğuk Savaş yıllarında iki kutuplu sistem içerisinde görülmüştür. ABD Sovyet tehdidi karşısında Avrupalı müttefiklerini korumuş ve onların güvenlik ihtiyaçlarını karşılamıştır. ABD bu yolla, kendisi açısından büyük bir tehdit oluşturan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) karşı yanında duran müttefikler bulmuştur. Avrupalılar ABD’nin güvenlik şemsiyesi sayesinde daha az savunma harcaması yaparak; kaynaklarını ekonomik kalkınmaya yöneltmişlerdir. Bunun karşılığında ABD’nin hegemonyasında uluslararası bir ekonomik düzen kurulmuş ve ABD yüksek savunma harcamalarını finanse edebileceği bir yapı için müttefiklerini ikna etmiştir. Yani yüksek savunma harcamaları hem ekonomik olarak finanse hem de edilmiş siyaseten meşrulaştırılmıştır. SSCB benzer bir yapı kurmayı başarsa da bunu sürdürme konusunda aynı başarıyı gösterememiştir. Ancak Rusya bugünlerde Ortadoğu’yu bir sıçrama tahtası olarak görmekte ve kurduğu ittifak ilişkileriyle güvenlik tedarikçisi bir güç olarak uluslararası konumunu pekiştirmeye çalışmaktadır.

Putin’in yeni silahlarını tanıtırken sadece vatandaşlarına güven telkin etme amacı taşımadığı, bu konuşmanın en başta müttefiklerine verilmiş bir mesaj olduğu pekâlâ söylenebilir. Nitekim bu tarz yorumlar Putin yönetimine yakın Rus uzmanlar tarafından dile getirilmiştir. Rusya’nın Suriye’de bulunmasının en önemli gerekçesi müttefiklerini koruma yeteneğini göstermek ve ittifaklarını çeşitlendirerek uluslararası konumunu tahkim etmektir. Bu açıdan Rusya’nın İran ile kurduğu ittifak ilişkisi de önemlidir; ancak Moskova bağlamında çok daha büyük bir ehemmiyet atfedilen mesele Türkiye’dir. Çünkü Türkiye yıllardır North Atlantic Treaty Organization’ın (Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü/NATO) yani ABD’nin güvenlik şemsiyesinde bulunan bir devlettir. Örneğin; uzun bir süredir hava savunma sistemlerine ihtiyaç duyan Türkiye’nin bu güvenlik ihtiyacının karşılanmasında NATO’daki müttefiklerinden yeterli desteği bulamadığı ve Suriye’de 2016 yılı sonrasında ortaya çıkan Türkiye-Rusya işbirliğinin ardından Ankara’nın bu ihtiyacını Moskova’dan temin etme yoluna gittiği görülmektedir. S-400 Anlaşması hem Rusya’nın müttefiklerinin güvenlik ihtiyaçlarını karşılama yeteneğini hem de NATO’nun müttefiklerinin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamadaki yetersizliğini ortaya koyması bakımından Moskova için sembolik bir önem taşımaktadır.

Kendisini bir güvenlik tedarikçisi olarak yeniden tanımlayan Rusya, zaten uzun bir süredir Suriye’deki savaşı yeni silahları ve askeri becerisi açısından bir fuar alanı olarak kullanmaktadır. Putin’in yeni silah sistemlerini tanıtması ise bu süreçte yeni bir safhaya geçildiği anlamına gelmektedir. Artık büyük güçler uluslararası sistemdeki rekabetlerinde yeni ittifak ilişkileri üzerinden pozisyonlarını yeniden tanımlamaktadır. Uluslararası sistemdeki çok kutupluluk giderek belirginleşmekte ve bunun Ortadoğu’daki yansımaları büyük bir önem taşımaktadır. ABD’nin Trump yönetimiyle birlikte İran karşıtlığı üzerine kurulmuş bir söylem benimsediği ve İran tehdidinden endişe eden müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirdiği görülmektedir. Geçtiğimiz yıl Suudi Arabistan ile yapılan tarihin en büyük silah satışı anlaşması bu açıdan dikkat çekicidir. Yani ABD halen Ortadoğu’nun önemli güvenlik tedarikçilerinden biri olmaya devam etmektedir. Bu durum Ortadoğu’da yaşanacak yeni gerginliklerin de habercisidir.

Özetle uluslararası sistemin yeni bir silahlanma yarışına girdiğini söylemek için henüz erkendir; ancak böyle bir yarışı başlatacak ve sürdürecek bir zeminin giderek güçlendiği görülmektedir. ABD’nin ekonomik anlamda tek süper güç olmadığı fakat askeri ve siyasi açıdan tartışmasız en büyük güç olduğu literatürde sıklıkla tekrarlanan bir olgudur. Ancak son gelişmeler ABD’nin askeri gücüne yönelik meydan okumaların arttığını ve ABD’nin müttefiklerinin güvenliğini sağlamada ne kadar istekli ve yeterli olduğunun tartışılmaya başlandığını göstermektedir. Diğer yandan Rusya’nın bir güvenlik tedarikçisi olarak ön plana çıktığı kesin olsa da bunu sürdürebilecek bir ekonomik güce sahip olup olmadığı tartışmalıdır. Bu gelişmeler karşısında Çin, Almanya, İngiltere gibi aktörlerin ne gibi tepkiler verecekleri de henüz belirsizdir. Belirgin olan durum ise uluslararası sistemin giderek çok kutuplu bir karaktere büründüğü ve ekonomik milliyetçilik, popülizm, uluslararası ve bölgesel güvenlik sorunları vb. unsurların bu çok kutupluluğu pekiştirdiğidir. Böyle bir ortamda silahlanma yarışı uzak bir ihtimal değildir.

Doç. Dr. Emre OZAN
Doç. Dr. Emre OZAN
Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2008 yılında tamamladı. Yüksek Lisans derecesini İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’ndan 2010 yılında, Doktora derecesini ise 2015 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalında aldı. 2011-2015 yılları arasında Gazi Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak görev yaptı. Ekim 2015’ten beri Kırklareli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak çalışmaya devam etmektedir. İlgi alanları güvenlik çalışmaları, Türk dış politikası, Türkiye’nin ulusal güvenlik politikaları ve uluslararası ilişkiler kuramlarıdır. Doç. Dr. Emre OZAN, iyi derecede İngilizce bilmektedir.

Benzer İçerikler