Savaşlar tarihinden oluşan insanlık tarihi, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Birleşmiş Milletler Antlaşması’yla savaşı devletlerin “hakkı” olmaktan çıkarıp, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanımını yasaklamıştır. Lakin yine de savaşlar, uluslararası politikada sıkça başvurulan bir seçenek olarak varlığını sürdürmektedir. Dünyada paylaşılmayan toprağın kalmadığı, kaynakların kıt, ihtiyaçların sınırsız olduğu bir ortamda daha fazlasına sahip olmak isteyen devletler, askeri seçeneklere başvurmaktadır. 2022 yılında küresel askeri harcamaların 2 trilyon doların[1] üzerine çıkmış olması da uluslararası sistemde en önemli aktör olan devletlerin halen askeri güç vesilesiyle çıkarlarını koruyabileceklerine olan güçlü inançlarını göstermektedir. 24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Ukrayna’ya başlattığı askeri harekât, tarihin seyri açısından olağan bir gelişme olmasına rağmen savaşın acımasızlığına tanık olan uluslararası toplum açısından kabul edilemez bir durumdur. Dolayısıyla önemli bölgesel ve küresel etkiler ortaya çıkaran Rusya-Ukrayna Savaşı’nın analiz edilmesi gerekmektedir.
Devamında Rusya-Ukrayna Savaşı’na dönüşen sürecin son dönemi incelendiğinde, sorunun Rusya tarafından bilinçli olarak tahrik edilip; önce kriz ve sonrasında savaş boyutuna taşındığı söylenebilir. Rusya, 2021 yılında Ukrayna asker yığmaya ve bölgede tatbikatlar icra etmeye başlamıştır. Moskova, 15 Aralık 2021 tarihinde güvenlik garantileri talep eden anlaşma taslaklarını Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) iletmiş, kısa sürede sonuç almaya yönelik talepler öne sürmüştür. Yapılan görüşmelere rağmen Moskova’nın talep ettiği garantiler, ABD ve NATO tarafından verilmemiştir. ABD ve Batı ülkeleri, Rusya-Ukrayna sınırında yükselen siyasi ve askeri gerginliğe paralel olarak Rusya’yı, Ukrayna’yı işgal etmesi halinde tarihte eşi görülmemiş ekonomik yaptırımlar uygulamakla tehdit etmiş ve caydırmaya çalışmıştır. Moskova yönetimi ise tatbikat gerekçesiyle Belarus’a asker konuşlandırmıştır. 21 Şubat 2022 tarihinde sözde Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını tanıyan Kremlin, 24 Şubat 2022 tarihinde Ukrayna’ya karşı askeri harekât başlatmıştır.
Dünya kamuoyunun geneli, Rusya’nın muharebe gücünün fiziki unsurlarında sahip olduğu üstünlük sebebiyle Ukrayna Ordusu’nun kısa süre içerisinde teslim olacağını ve Ukrayna Hükümeti’nin devrileceğini düşünmüştür. Hatta Rusya, başlattığı askeri harekâtı savaş olarak değil; “özel askeri operasyon” şeklinde tanımlamıştır. Rusya, geçmişte Kırım’da yaptığı gibi önemli askeri hedefleri seçkin birliklerle hızlıca ele geçirerek, Ukrayna’da kısa sürede kontrolü sağlayabileceğini düşünmüştür. Rus Ordusu, Ukrayna’nın kuzeyine Belarus’tan, kuzeydoğusuna Belgorod’tan, doğusuna sözde Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetlerinden ve güneyine Kırım’dan başlattığı operasyonlarda başlangıçta kısmi başarılar elde etse de taarruzi harekatta önem taşıyan inisiyatif, çeviklik ve tempo gibi özellikleri kısa zamanda kaybederek ilerlemesi durmuştur. Ukrayna’nın komuta-kontrol merkezi olan ve fiziksel ve daha çok psikolojik bir hedef teşkil eden başkent Kiev ele geçirilememiş, Sumi, Chernihiv ve Harkov gibi büyük şehirler kuşatılmış; ancak şehirlere girilememiş, güneyde yapılan taarruzlar neticesinde yalnızca Herson ele geçirilebilmiştir. Önemli bir kıyı kenti olan Mariupol ise yaklaşık 3 ay süren harekât sonucu kontrol altına alınabilmiştir. 25 Mart 2022 tarihinde Rusya Savunma Bakanlığı, harekâtın ilk safha hedeflerine ulaştığını açıklamış ve Rus Ordusu’nun Kiev ve Chernihiv’den çekilerek harekâtın ikinci safhasında Doğu Ukrayna ve özellikle Donbas bölgesine yoğunlaşılacağını açıklamıştır. Ancak Rusya’nın en önemli hedeflerinden birinde değişiklik yapması, başarıyla yürüyen planlı bir harekâttan ziyade; Rus Ordusu’nun muharebe sahasında yaşadığı başarısızlıktan kaynaklanmıştır.
Rus Ordusu’nun harekâtın başlamasından kısa süre sonra çok temel lojistik alanlarda dahi problemler yaşamaya başlaması, Rusya’nın Ukrayna’da kolay bir zafer öngördüğünü ve harekât planlarının kısa süre içerisinde zafer kazanılacağı varsayımı üzerine inşa edildiğini ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenski liderliğinde Ukrayna devleti ve ordusunun Rus işgaline gösterdiği direniş, Batı’nın Rusya’ya yönelik politikasında değişikliğe gitmesine neden olmuştur. Batı, Rusya’ya ağır ekonomik yaptırımlar uygulamanın yanı sıra Ukrayna Ordusu’na kritik silah, teçhizat, istihbarat ve eğitim desteği sağlamaya başlamıştır. Bu durum, Batı’ya Rusya’yı ekonomik alanın yanında askeri açıdan da zayıflatma imkânı tanımıştır.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 24 Şubat 2022 tarihinde Ukrayna’ya yönelik askeri harekâtın amaçlarını; insanları korumak ve bu maksatla Ukrayna’yı Nazisizleştirmek ve silahsızlandırmak olarak açıklamıştır.[2] Bahse konu olan stratejik ve askeri hedefler muğlak ve sübjektif kalmış ve sınırlandırılmamıştır. Bu stratejik hedeflerin, operatif seviyede somut askeri hedeflere dönüştürülmesi mümkün değildir. Ancak stratejik hedeflerde gözlenen belirsizliği, Rus devlet yönetimi ve gelişmiş düzeyde bulunan Rus askeri düşüncesinin hatalı değerlendirmesi olarak görmek mümkün değildir.
Putin, bu muğlak, subjektif ve sınırlandırılmamış stratejik hedeflerle Ukrayna’nın tümünü kısa sürede işgal edebileceğini varsaymıştır. Dolayısıyla Rus Ordusu’na başarı elde ettiğinde ilerlemesini engelleyecek açık, objektif ve sınırlandırılmış stratejik hedefler bilinçli olarak verilmemiştir. Lakin Ukrayna’nın direnişi ve ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin Kiev’e askeri silah, teçhizat, istihbarat ve eğitim yardımı vermesi neticesinde Rusya, muharebe sahasında arzu ettiği askeri sonuçları alamamış ve harekâtı başarısız olarak algılanmıştır. Peki, Rusya’yı Ukrayna’ya karşı 24 Şubat 2022’de askeri harekât başlatmaya yönlendiren etkenler nelerdir?
Rusya’nın, Ukrayna Savaşı’nı başlatmasının Moskova’nın iki temel dış ve güvenlik politikasıyla yakın ilişkisi bulunmaktadır. Bunlar; çok kutuplu dünya yaratılması ve yakın çevre politikalarıdır. Rusya, ABD’nin tek kutuplu dünya düzenini ve hegemonyasını sürdürme gayretine özellikle de Çin’le birlikte karşı koymaktadır. Rusya’ya göre BM’nin 193 üyesi olmasına rağmen bunlar arasında gerçekte egemen güç statüsünde olan 4-5 büyük güç bulunmaktadır. Bu büyük güçler ise kendilerini çevreleyen etki bölgelerine sahiptirler.
Moskova’ya göre büyük güçler, karşılıklı olarak birbirlerinin etki bölgelerine müdahale etmeden ve birbirlerini dengeleyerek uluslararası politikada uyum içerisinde hareket etmelidir. Rusya’nın çok kutuplu dünya tasavvuru büyük güçlerin milli güç unsurlarına atıf yapmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan günümüz uluslararası güvenlik sistemi de uluslararası politikadaki güç dengesini yansıtmaktadır. BM Antlaşması’na dayalı olan günümüz uluslararası güvenlik sistemi ABD, Rusya, İngiltere, Çin ve Fransa’dan oluşan beş devlete Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) daimi üye olma ve veto hakkı vermektedir. Bu büyük güçler neyin uluslararası güvenlik ve barışa tehdit oluşturup oluşturmadığını tanımlamakta ve veto yetkileri çerçevesinde uluslararası güvenliğe yönelik uluslararası hukuk müeyyidelerden muaf olabilmektedirler. Bu da göstermektedir ki; BM Anlaşması’nda belirtildiği gibi tüm üye devletler gerçek anlamda eşit değildir.
Diğer yandan yakın çevre politikasıyla Rusya, çok kutuplu dünya düzeni politikasını destekler şekilde etki bölgesi olarak gördüğü eski Sovyet coğrafyasında kendisi dışında etkin siyasi, askeri ve ekonomik güç istememektedir. ABD’de de geçmişte ve günümüzde yakın çevresinde başka bir büyük gücün varlığına izin vermemiştir/vermemektedir. Hatta Washington yönetimi, dünyada 70’ten fazla ülkede 750’den fazla askeri üssü, dünya okyanuslarında seyir yapan uçak gemisi filoları, geniş diplomatik misyonu ve siyasi, askeri ve ekonomik ittifaklarıyla dünyanın her bölgesinde meydana gelen gelişmeleri yakından takip ederek geleceğe yönelik tedbirler geliştirmektedir. Bu da göstermektedir ki; büyük güçler, etraflarında etki bölgesi yaratmaya ve bu bölgelerde etkin olmaya çalışmaktadır. Büyük güçlerin milli güç unsurları arttıkça etki bölgeleri de genişlemektedir.
Rusya ve Ukrayna özeline inildiğinde NATO, Soğuk Savaş sonrası beş kez genişleyerek Rusya sınırlarına doğru yaklaşmıştır. 2004 yılında yaşanan Turuncu Devrim’den bu yana Rusya ile Batı arasında bir jeopolitik mücadele alanı olan Ukrayna, Rusya ile NATO arasındaki son tampon bölge durumundadır. Rusya, hâlihazırda Ukrayna’nın NATO’ya yakın bir zamanda katılması yönünde Kiev yönetiminde de Brüksel’de de herhangi bir çaba olmamasına rağmen Ukrayna’ya yönelik askeri harekât düzenlemiştir. Çünkü Moskova, mevcut durumdaki trendin sürmesi halinde, 2008 yılındaki NATO Bükreş Zirvesi kapsamında Ukrayna’nın NATO’ya dahil olacağını düşünmektedir. Buna göre Rusya, kendi güvenliğine yönelik yakın bir tehdide karşı değil; önümüzdeki dönemde kendisine yönelik oluşturabilecek bir tehdit durumuna karşı önleyici müdahalede bulunmuştur.
Batı güvenlik literatüründe tehdit; kapasite ve niyet unsurlarından oluşurken, Rus askeri düşüncesi buna yakınlık unsurunu ilave etmektedir. Bu çerçevede Ukrayna’nın NATO’ya üye olması, Rus tehdit unsurlarından kapasite ve yakınlık unsurlarının vücut bulmasına neden olacaktır. Diğer yandan NATO’nun günümüzde Rusya’ya saldırmak gibi bir niyeti olmasa da Rus askeri düşüncesi, niyet unsurunun aniden değişebileceğinden ve ülkenin güvenliğinin hiçbir zaman karşı tarafın insafına terk edilemeyeceğinden bahsetmektedir. Yani Moskova Ukrayna’da askeri harekât icra etmediği takdirde, ilerleyen dönemde kendi topraklarında bir savaş yaşanacağını düşünmektedir.
Aslında devletlerin uzun dönemli bekalarını sağlayacak uygun tedbirleri kısa ve orta vadede almaları gerekmektedir. Örneğin Ukrayna, Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhak edeceğini, 2015 senesinde Ukrayna doğusunda Rus yanlısı ayrılıkçılara destek vereceğini, 2022 yılında Ukrayna’ya yönelik büyük ölçekli bir işgal girişiminde bulunacağını öngörseydi, 1994 yılında Budapeşte Memorandumu’yla uluslararası garantiler karşılığında nükleer silah stokunu Rusya’ya devretmezdi. Üstelik bu nükleer silahlar, Rusya’nın Ukrayna harekâtında ABD’ye ve Batı’ya karşı caydırıcılığını sağlayan en önemli unsurlardır.
Ukrayna’ya yönelik askeri harekâtı kolaylıkla gerçekleştireceğini ve ekonomik yaptırımlarla başa çıkabileceğini düşünen Rusya, gelinen noktada NATO ile Ukrayna’da vekâlet savaşı yürütmektedir. Hem ekonomik hem de askeri açıdan yıpranan Rusya, devam eden savaşta ne kaybeden ne de kazanan pozisyonundadır. Rusya, kazanan durumda değildir. Çünkü 2-3 gün içerisinde Ukrayna’nın tümünü işgal etmek isterken; yalnızca Herson ve Mariupol gibi iki büyük kenti kontrol altına alabilmiştir. Askeri ve moral prestiji açısından büyük kayba uğrayan Rusya, Moskva füze kruvazörü gibi önemli bir kuvvet çarpanından da mahrum olmuştur. Rusya, kaybeden durumda da değildir. Zira 24 Şubat 2022 öncesi Ukrayna’nın %5’lik bölümünü kontrol ederken günümüzde ortalama %15’lik bölümünü kontrol etmektedir. Ayrıca Azak Denizi bir Rus iç denizi haline gelmiş, Kırım ile Rusya arasında karadan bağlantı kurulmuş ve Karadeniz’deki Rus etkinliği artmıştır.
Rusya-Ukrayna Savaşı, bir kez daha göstermektedir ki; savaşta yalnızca sayısal üstünlük zaferi garanti etmemektedir. Savaşın fiziksel boyutunun ötesinde moral ve entelektüel boyutu da bulunmaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Moskova açısından hem moral hem de entelektüel boyutta sorunlar bulunmaktadır. Esasen Rusya’nın düşmanı ABD ve NATO olmasına karşın Slav ırkından olan Ukrayna’nın askeri harekâtın hedefi haline gelmesi, savaşın moral yönünü sakatlamaktadır. Diğer yandan Sun Tzu’dan bu yana savaşta neyin zafere ulaşmaya yardım edeceğine dair kurallar oluşturmaya yönelik çabaların sonucu olarak ortaya çıkan harp prensiplerinin Rusya tarafından Ukrayna harekatının planlanması aşamasında yeterince dikkate alınmadığı görülmektedir. Bu durumda ise devletler ve orduların zaferlerinden daha çok yenilgilerinden ders almalarının büyük payı bulunmaktadır. Rusya, son dönemde 2008 yılında Gürcistan Savaşı, 2014 senesinde Kırım’ın ilhakı ve 2015 yılında Doğu Ukrayna’da ayrılıkçılara verdiği destekte görece kolay zaferler kazanmıştır. Kremlin, Ukrayna’da da yine aynı şekilde kolay bir zafer kazanacağını düşünmüş, kendi gücünü abartmış ve Ukrayna’nın gücünü ise küçümsemiştir.
Mevzuvahis savaştan Rusya’nın güvenliğine yönelik çıkarılabilecek önemli bir husus ise Rusya’nın konvansiyonel kuvvetler ile güvenliğini sağlamasının imkânsızlığıdır. Rusya’nın dünyanın %11’ini oluşturan yüzölçümünü, yine dünyanın %1,8’ini oluşturan nüfusuyla koruması mümkün görünmemektedir.
Öte yandan Rusya; doğuda Çin, Batı’da ise NATO’yla karşı karşıyadır. Tarihte olduğu gibi günümüzde de Rusya’nın en büyük korkusu, iki cepheli bir savaşta hem NATO hem de Çin ile aynı zamanda savaşmaktır. Bu durum, Rusya’nın ülkenin güvenliğini dayandırdığı tek unsurun nükleer kuvvetler olmasına yol açmaktadır. Ancak nükleer kuvvetler sağladıkları caydırıcılıkla Rusya’ya saldırılmasını önlemektedir. Rusya’ya saldırıldığında nükleer silahların kullanımı ise hem Rusya hem Avrasya hem de tüm dünya için sonu öngörülemez derecede yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Yani nükleer silahlar, savaş başlayana kadar caydırıcılık vasıtasıyla koruma sağlamakta, savaş başladıktan sonra ise güçlü yeteneklere sahip konvansiyonel kuvvetlere ihtiyaç duyulmaktadır. Tarih, düşman işgaline uğramış çok sayıda ülkenin daha sonra bağımsızlık ve egemenliğine yeniden kavuşmasına tanıklık etmiştir. Ancak nükleer silahların kullanıldığı bir savaş, devlet ve milletleri bu fırsattan mahrum etme potansiyeli taşımaktadır.
[1] “World Military Expenditure Passes $2 Trillion for First Time”, Sipri, https://www.sipri.org/media/press-release/2022/world-military-expenditure-passes-2-trillion-first-time (Erişim Tarihi: 24.05.2022).
[2]“Address by the President of the Russian Federation”, President of Russia, http://en.kremlin.ru/events/president/news/67843, (Erişim Tarihi: 24.05.2022).