Son yıllarda Rusya ile Çin arasında giderek artan işbirliği, uluslararası ilişkiler araştırmacılarının görüş ayrılığı yaşadığı güncel tartışmalardan biri haline gelmiştir. Kimileri bu işbirliğine çok büyük önem atfetmekte ve iki ülkeyi, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) küresel hegemonyasına karşı birleşen Batı dışı bir bloğun liderleri olarak görmektedir. Kimileri ise Rusya-Çin ittifakını küçümsememekle birlikte söz konusu ittifakın sınırlarına vurgu yapma eğilimindedir. Fakat son yıllarda yaşanan gelişmeler, her iki görüşün de tam olarak doğruyu yansıtmadığını; yani tablonun sadece siyah veya beyaz şeklinde iki renkle resmedilemeyeceğini göstermektedir.
Öncelikle Rusya-Çin ilişkileri, son derece karmaşık bir tarihsel mirasa sahiptir. İki ülke, Soğuk Savaş’ta aynı ideolojik kampta yer alsa da söz konusu dönemin büyük kısmı rekabetle geçmiş, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra da birçok alanda uyuşmazlıklar sürmüştür. Fakat daha 1996 yılında sınır bölgelerinde güven tesis etmek için imzalanan Şanghay Antlaşması’yla Şanghay İşbirliği Örgütü’nün temelleri atılmıştır. Bundan sadece bir yıl sonraysa aynı devletler, çok kutuplu bir dünya düzeni taleplerine ilişkin ortak bir açıklama yapmıştır. Böylece Rusya ve Çin, aralarındaki sorunları zamanla çözmeye ve uluslararası siyasette işbirliğini güçlendirmeye başlamıştır. Bu işbirliği, gerçek anlamda bir ittifak yaratmamış olsa da özellikle de son on yılda pek çok farklı alana yayılarak derinleşmiştir.
İşbirliğinin ilk önemli ayağını askeri alan oluşturmaktadır. Taraflar arasındaki sınır sorunlarının çözülmesi, bir yandan sınır güvenliği alanındaki yükleri azaltmış; diğer taraftan da karşılıklı güvene dayanan bir komşuluk ilişkisine kapı aralamıştır. Sınır sorunlarının devam ettiği bir ortamda Rusya’nın Çin sınırında daha fazla asker konuşlandırması gerekeceği ve Suriye’ye asker gönderirken ya da Ukrayna’ya yönelik bir saldırı başlatırken iki kez düşünmek zorunda kalacağı söylenebilir. Benzer şekilde Çin de Rusya sınırında daha az asker bulundurması sayesinde Tayvan Sorunu, Hindistan’la yaşadığı sınır anlaşmazlıkları ve ordunun modernizasyonu gibi konulara daha fazla askeri kaynak ayırabilmektedir.
Ekonomi de aynı derecede önemlidir. İktisadi işbirliğinde asimetrik bir görünüm olsa da Rusya, doğal kaynaklarıyla ve askeri teknolojideki avantajlarıyla bu asimetriyi belirli ölçüde dengeleyebilmektedir. Fakat işbirliğinin en kritik boyutlarından biri, uluslararası sistemde paylaşılan çıkarlara ilişkindir. Her iki ülke de Batı’nın uluslararası müdahalelerini bir çeşit emperyalizm olarak algılamakta, demokrasi ve insan hakları gibi Batılı değerleri diğer devletlerin iç meselelerine müdahale etmenin bahaneleri olarak görmekte ve sistemdeki ABD liderliğine şüpheyle yaklaşmaktadır. Özellikle de son yıllarda Rusya-Çin işbirliğinin giderek derinleşmesinin en önemli nedeni burada yatmaktadır. Zira taraflar, çok kutupluluk talebinde birleşmektedir.
ABD’nin son yıllarda dış politika ve güvenlik önceliklerini terörle küresel mücadeleden tedricen uzaklaştırarak uluslararası sistem düzeyinde devletler arası rekabete yöneltmesi, Rusya ve Çin’in çok kutupluluk talebini daha anlamlı hale getirmekte ve bu iki ülkeyi daha yakın bir işbirliğine yöneltmektedir. Dolayısıyla uluslararası sistemdeki yapısal dönüşümden kaynaklanan ortak çıkarlar, Rusya-Çin işbirliğinin güçlü bir motivasyona sahip olduğunu göstermektedir. Fakat bu işbirliği bazı sınırlılıklara da sahiptir.
Birincisi, uluslararası sistemdeki yapısal dönüşüm güç dengelerinde yaşanan değişime ilişkin olmakla birlikte, konuyla ilgili tartışmalarda kimliksel ve kültürel boyutlar ihmal edilmektedir. Örneğin Moskova’nın Amerikan hegemonyasına karşı çıkışı, antiemperyalist ya da Batı karşıtı bir temele sahip değildir. Rusya 19. yüzyıldan bu yana Avrupa güç dengelerinin en önemli oyuncularından biri olmuştur ve kültürel olarak kendisini Çin’den çok Avrupa’ya yakın görmektedir. Bu bakımdan Rusya’nın itirazı, Batı hegemonyasının bizatihi kendisine değil; bu hegemonyaya ortak olamamasına ilişkindir. Avrupa güvenlik mimarisinde belirli ölçüde temsil edilen, ulusal çıkarlarına hassasiyet gösterilen, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) genişlemesi gibi adımlarla çevrelenmeyen; yani Batı hegemonyasına kısmen de olsa ortak olan bir Rusya, çok daha farklı bir dış politika çizgisinde olabilir. Bunlar, elbette birer spekülasyon konusudur ama Rusya’nın Batı’dan giderek uzaklaşmasında tüm sorumluluk Moskova’ya yüklenemez.
Diğer yandan Çin’in çok kutuplu bir dünya hayal ettiği de tartışmalıdır. Çin her ne kadar revizyonist bir devlet görünümü çizmekten kaçınsa da uzun vadede küresel bir lider olma hedefindedir. Ayrıca Çin, Rusya’yı zayıf bir ortak olarak görmektedir. Yani uluslararası sistemdeki hedeflere ulaşmak bakımından Moskova’nın Pekin’e olan ihtiyacı Çin’in Rusya’ya olan ihtiyacından fazladır. Çin’in derin tarihsel ve kültürel mirası da kendisini dünyanın merkezinde konumlandıran bir siyasal düşünceye işaret etmektedir. Tüm bu nedenlerden ötürü Çin ve Rusya’nın işbirliği güçlü bir tarihsel, kültürel ve kimliksel dayanağa sahip değildir ve daha çok pragmatik bir karakter taşımaktadır.
İkincisi, iki ülkenin dış politikada kullandıkları araç ve yöntemler de farklılık göstermektedir. Çin, küresel ekonomik yapıya meydan okuyarak değil; onunla bütünleşerek hızla kalkınmıştır. Komşularıyla anlaşmazlıklarını çözmeyi, jeopolitik çatışmalara değil; işbirliği olanaklarına odaklanmayı tercih etmiştir. Uluslararası sorunlara müdahil olmaktan kaçınmış, nüfuz ettiği coğrafyalarda istikrardan yana hareket etmiştir. Dolayısıyla Rusya’nın Batı’yla ilişkilerinde giderek saldırganlaşması ve askeri gücünü bir sorun çözme yöntemi olarak kullanması, Çin’in yaklaşımıyla çelişmektedir.
Çin’in uluslararası sistemde jeopolitik gerilimlerin yükselişinden memnun olduğunu söylemek güçtür. Nitekim Rusya’nın haklı ulusal güvenlik çıkarlarına sahip olduğunu kabul etmekle birlikte Çin, Ukrayna’daki savaşta Rusya’ya sahada hiçbir destek vermemiştir. Ukrayna topraklarının Rusya tarafından ilhakının tanınmamış olması, Moskova yönetimine verilen desteğin sınırlarını göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Diğer yandan, iki ülke, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde çoğu zaman birlikte hareket etmeyi tercih etmektedir. Fakat Çin; uluslararası kurumlarla ilişkilerine önem vermekte, bu kurumlarda aktif roller üstlenmekte ve BM’deki rolünü her geçen gün arttırmaktadır. Moskova’nın uluslararası sistemin temel normlarına aykırı hareketleri ise Pekin’in bu politikasıyla çelişmektedir.
Üçüncüsü, uluslararası sistemin yapısına ilişkin ortak çıkarlara rağmen daha somut politika alanlarında iki ülke rakip konumundadır. Ukrayna Savaşı’nın ardından özellikle dikkat çeken konulardan biri Orta Asya’da artan Çin etkinliğidir. Rusya’nın eski Sovyet coğrafyasındaki baskın güç konumu sorgulanır olmuş, bölgedeki Rus nüfuzunun temel dayanağı olan savunma ittifaklarının güvenilirliği sarsılmıştır. Çin’in bölgede artan nüfuzu ise daha çok ekonomik ve diplomatik çabalara dayanmaktadır.
Karadeniz’in kuzeyinde beliren istikrarsızlık ve Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımlar nedeniyle Kuşak Yol Projesi’nde Orta Koridor’un önemi artmıştır. Orta Asya, Hazar, Kafkasya ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşan bu koridor, Rusya’dan geçen Kuzey Koridor’dan çok daha elverişli bir siyasal zemin kazanmıştır. Kısacası Çin, Rusya’nın yarattığı güç boşluğunu doldurma konusunda elini çabuk tutmaktadır.
Dördüncüsü, pragmatik bir karaktere sahip olan Rusya-Çin işbirliğinin sürdürülebilirliği de tartışmalıdır. Son yıllarda bu işbirliğinin derinleşmesinin altında yatan temel neden ABD’yle ilişkilerde tansiyonun yükselmekte olmasıdır. Fakat ABD’nin bu iki ülkeden biriyle ilişkilerini normalleştirmesi, Rusya-Çin işbirliği üzerinde de önemli etkide bulunacaktır. Bunun bir örneği 1970’li yıllardaki ABD-Çin yakınlaşması esnasında yaşanmıştır. Ukrayna Savaşı’nın ardından ABD’nin Rusya’yla ilişkilerini normalleştirmesi kolay olmayacaktır ama Çin’le belirli ölçüde iyileşen ilişkiler, Rusya’nın uluslararası alandaki yalnızlaşmasını kronikleştirecektir.
Görüldüğü üzere, Rusya-Çin işbirliği, büyük bir önem taşımakta ve uluslararası sistemdeki yapısal dönüşümde kritik bir değişkeni teşkil etmektedir. Fakat bu işbirliği, gerçek bir ittifak görünümüne sahip değildir. Doğal bir ittifaktan ziyade; pragmatik bir işbirliğine benzemektedir. Bu pragmatik yönelim, ABD’yle ilişkilerin gerginliğiyle ilişkilidir ve iki ülke arasında güçlü bir güven ilişkisi olduğunu söylemek zordur. Ancak bu durum, Rusya-Çin işbirliğinin kırılgan olduğu anlamına gelmemektedir. Fakat Ukrayna Savaşı, Moskova-Pekin hattındaki işbirliğini güçlendiren bir gelişme olmaktan ziyade; sınayan bir hadiseye dönüşmektedir.
Sonuç olarak iki ülke, uluslararası sisteme ilişkin taleplerinde müşterek bir zeminde buluşmaktadır. Çin de Ukrayna Savaşı’nın NATO genişlemesi gibi ABD provokasyonlarından kaynaklandığını kabul ederek Rusya’nın güvenlik hassasiyetlerine destek vermektedir. Fakat Pekin’in bu savaşta Moskova’ya destek vermesi, kendi uzun vadeli çıkarlarıyla çelişmektedir. Bu nedenle savaşın uzaması Çin’in arzu ettiği bir tablo değildir. Savaş uzayıp Rusya uluslararası sistemde izole oldukça, Çin’in Rusya’yla işbirliğinin siyasal maliyetleri de artmaktadır. Bu da Rusya-Çin işbirliğini zorlu bir sınava sokmaktadır.