Ortadoğu’daki Etnik ve Dini Çatışmaların Sosyolojik Dili

Paylaş

Sosyoloji, yıldızı yükselen bir bilim dalı hele ki bunalım dönemlerinde. Tartışmasız tüm konuşmacıların ve yazarların dilinden eksik etmedikleri ancak yerli yersiz kullanımından dolayı da işlevselliğini ve değerini yitirme endişesini özellikle sosyologların fazlasıyla taşıdıkları bir kavram ve bir disiplin sosyoloji. Her disiplinin kendine özgü bir kavramlar seti ve bir bakış açısı olduğu ve hatta olmak zorunda olduğu gibi sosyoloji de bundan masun değildir.

Ortadoğu, ekonomik bir etken ve bağımsız değişken olan petrol sonrası emperyalist güçlerin hegemonya alanı olmaya başlamıştır. Bölge etnik, dini ve mezhebi çatışmaların vücut bulduğu bir alan ve dünyanın birçok bölgesine terör ihraç eden bir bölge olma özelliğiyle anılır ve bilinir hale gelmiştir.

Ortadoğu’daki ulusal sorun, çok milletli bir imparatorluk olarak Osmanlı’nın yıkılması ancak ortaya çıkan milliyetçi hareketlerin bir ulus yaratma konusundaki başarısızlıklarıyla da ilgilidir. Bu bağlamda sosyolojik seyir, çok milletli imparatorluklardan milli devletlere doğru gerçekleşme eğilimindeyken Ortadoğu, sosyal bilimlerin doğa bilimlerinden bariz farkını bir kere daha göstererek toplumların gelişim seri ile ilgili bir genellemenin çok da mümkün olmadığını bize göstermiştir. Ortadoğu uluslarının kaderi belki de, bu milletleşme-uluslaşma seyrini olgunlaştıramamış olmalarıdır. Çok milletli imparatorluk olan Osmanlı’nın dağılma döneminde kabaran milli duygular ne Anderson’un bahsettiği bir matbaa kapitalizmiyle bir hayali cemaat üretebilmiş ne de Renan’ın bahsettiği gibi geçmişte beraber acı veya ıstırap yaşayan insanların bir arada yaşama, ortak topluluk oluşturma, kendini bir siyasi topluluğun parçası hissedebilme düşüncesinin gelişebilmesine neden olmuştur. Neden süreç böyle gelişmiştir? Bir milleti millet yapan insanların herhangi bir kollektiviteye (sınıf, aile, aşiret, kabile, din, mezhep, cemaat, tarikat, vb.) bağlılık düzeyinden çok daha fazla bir millete bağlılık hissetmeleridir. Bu noktada Ortadoğu söz konusu olduğunda millet biraz daha seküler veya ladinî bir olgu olarak görülmelidir.

Yine Ernest Renan’ın 1882 Sorbonne’da verdiği “Millet Nedir?” başlıklı meşhur konferansta, aynı toprak parçasında birden fazla dil ve birden fazla etnik topluluk içermesine rağmen nasıl bir toplumsal kaynaşmayla bir milletin ortaya çıktığını anlatırken Türkiye (yani Osmanlı için şu ilginç ifade kullanılmaktadır: “Türkiye’de Türk, Slav, Rum, Ermeni, Arap, Suriyeli, Kürt bugün birbirinden fetih günündeki kadar ayrıdırlar.» Ortadoğu coğrafyasına bakıldığında, ne modernleşme süreleri ne cumhuriyet ne demokrasi ne de aradan geçen yüzotuz küsur yılın bahsedilenleri yalanlamadığını, etnik homojenizasyon politikalarının bir bölge işgal edildiğinde işgaciler tarafından hemen hayata geçirildiğini, mezhebi çatışmaların DAEŞ’den Haşdi Şabi’ye oradan Hizbullah militanlarına kadar adeta yeni Barthelmy katliamları yaşattığı görülmektedir. Ancak örneğin Fransa’da Renan’ın tabiriyle Fransa’yı Fransa yapan Fransız milleti adı verilen heterojen kitleyi millete dönüştüren unsur geçmişteki acıların, katliamların unutulmasıdır. Oysa Ortadoğu unutulmayan ve sürekli tekrarlanan katliamlar ve intikam yeminlerine şahit olmaktadır ve bu durum da uzun vadede Örneğin Suriye ve Irak coğrafyasında bir millet oluşumunun ne kadar uzak olduğunu göstermektedir.

Ortadoğu şu anda bir modernlik üretememe sorunu ve krizi yaşamaktadır ve bu kriz, küresel networke sahip çeşitli cemaat-mezhep eksenli terör örgütlerinin bir ucu emperyal güçlerin elinde bulunan ve popüler dille vesayet savaşı dedikleri bir savaşın yürütülmesine neden olmaktadır. Ancak bu savaşın zemini savaşın aktörlerinin coğrafyasında yani Ortadoğu’da gerçekleştiği için ölümler, katliamlar, yakılıp yıkılan şehirler tüm dünya tarafından umarsız ve duyarsız biçimde Baudrillard’ın hipergerçeklik kavramı çerçevesinde seyirlik, medyatik bir süreç olarak görülmektedir.

Ortadoğu, otoriter rejimlerin beşiğidir. Bu otoriter rejimler, otoriter rejimlerin doğası gereği devletin sınırları içinde yaşayan insanları siyasi olarak bilinçlendirmek istemezler. Ortadoğu’nun siyasi kültürü bu yüzden demokrasi üreten bir katılımcı kültürü yansıtmaz,  deyim yerindeyse siyasi bir bilincin olmadığı, yöneten (çoban) ve yönetilen (sürü) diyalektiğinin işlediği bir kültürdür bu.

Belki de bölgede dört parçaya yayılmış Kürtlerin HDP, PKK veya türevlerine yönelik teveccühlerinin altında sözde radikal demokrasi söylemiyle dile getirmeye çalıştıkları farklılık ve kimlik siyasetinin çekiciliği bulunmaktadır. Tek sebep bu değildir ama bu sebep hem Batılı müttefiklerinin kulağına hoş gelecek bir söylem hem de ezilen, ötekileştirilen, farklı görüleni cezbedecek bir söylem hüviyetindedir. Burada PKK, PYD ve uzantılarının baskıcı, ötekileştirici veya işgal edilen bölgeleri etnik arındırma politikalarının varlığını ve hatta Kürtlerde bile kendisi gibi düşünmeyenlere farklı politikalar uyguladığı gerçeğini bir kenara bırakıyoruz.

Ortadoğu’nun otoriter karakteri onun aşiret yapısından millet aşamasına ve kır toplumundan kent toplumuna henüz evrilememesi ile yakından ilgilidir. Bu noktada Türkiye tüm Ortadoğu için bu süreci aşmış ve millet aşamasına geçmiştir ayrıca yine modernliği (sadece kültürel batılılaşma olarak değil) bir modernite sürecine dönüştürerek kendi özgünlüğünü ve örnek olma karakterini ortaya koymuştur.

Ortadoğu’da modernleşme sorunları modernliğin kökleriyle doğrudan ilgilidir yani bu süreç bir yandan akılcılık, hümanizm, bilimselcilik, insan doğasına güven vb. Aydınlanmacı ilkelerle ilgiliyken diğer yandan iktidarın meşruiyeti ve egemenliğin kaynağıyla ilgilidir aynı zamanda bu siyasi yönün dışında toplumda gelir dağılımının dengeli olmasıyla da ilgilidir. Bu son durum da aslında siyasetle yani yönetimin alçağı kararlarla, gelir dağılımı politikalarıyla ilgilidir. Otoriter toplumlar basit olarak yöneten ve yönetilen (kitle) ayrımı üzerine kuruludur ve burada büyük sınıfsal eşitsizlikler vardır. Bu büyük sınıfsal eşitsizlik Batı toplumlarında olduğu gibi nihai olarak kendisini üretecek orta sınıflarla iktidarın meşruluğunu sorgulayıp, iktidarın alanını daraltan ve hatta bir devrimle sonuçlanan gelişmelere gebe kalamayacak kadar derin ve entelektüel yol göstericilikten mahrumdur. Bu mahrumiyeti yaşamayan tek ülke İran’dır ve Kum kenti mollaları aracılığıyla 1979’da dini lider A. Humeyni aracılığıyla bir devrim gerçekleştirmiştir. Ancak İran Ortadoğu halklarından hem etnik hem de mezhep olarak farklılığa sahiptir ve bu farklılıkların varlığı da yazının başından beri vurgulanan çatışma sebeplerinden biridir.

Ortadoğu’daki etnik ve dini çatışmalar bizi ekonomik etkenlerden, ulusal soruna,  oradan millet olma sorunsalına götürmektedir. Bunun yanında hem millet olmanın hem de Ortadoğu modernleşmesinin önündeki engellerin (siyasi, ekonomik, kültüre) neler olduğunun tespiti bu çatışmaların sosyolojik dilini anlamanın yollarını açmaktadır.

Bu yazı Ortadoğu’daki etnik ve dini çatışmaların sosyolojik dilini daha çok içsel neden ve etkenlerle açıklamaya çalışmıştır oysa bu çatışmaların burada kısaca değinilen dışsal sebepleri vardır, kısmetse sonraki yazılarda buna da değinilecektir.

Prof. Dr. Tevfik ERDEM
Prof. Dr. Tevfik ERDEM
Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sosyoloji bölümünden 1991 yılında mezun oldu. Yüksek Lisansını 1996 tarihinde, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Bölümünde “Sivil Toplum ve Türkiye Gerçeği” adlı teziyle aldı. Doktorasını Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Bölümünde “Yoksulluk üzerine sosyolojik bir çalışma ‘Ankara kent yoksulları’" adlı teziyle 2003 yılında tamamladı. Gazi Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Temel ilgi alanları Kürt meselesi, milliyetçilik, Kürt milliyetçiliği, yoksulluk ve sivil toplumdur. Sosyoloji, Milliyetçilik, Türkiye’nin Toplumsal Yapısı gibi dersleri vermektedir.

Benzer İçerikler