Ortadoğu’da Bölgesel Güçlerin Himayecilik Savaşı

Paylaş

Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı sonrası Batı’nın tayin ettiği ve içerisine devlet teşekküllerinin yerleştirildiği çıkar eksenli siyasi sınırlar; bölgenin sosyolojik, tarihi ve dini(mezhepsel) muhteviyatını, diğer bir deyişle jeokültürel yapısını gözardıederek şekillendirilmişti. 2011 sonrası diktatör rejimlerin devrilmeye ve 1990 sonrası Ortadoğu’da Rusya’nın yerini alan ABD’nin 2011 sonrası bölgeden çekilmeye başlaması[1] sonucu ortaya çıkan güç boşluğu, iç savaş ve çatışma ortamının derinleşmesine yol açtı. Daha da önemlisi günümüzde küresel ve bazı bölgesel güçler, kendilerinin de müdahil olarak derinleştirdiği bu çatışma ortamı vasıtasıyla toplumun mevcut jeokültürel yapısını dönüştürmeye ve nihayetinde yeniden kendi haritalarını oluşturmaya odaklandı.

Küresel güç olarak ABD, tarihten aldığı dersler sebebiyle artık bölgeye doğrudan müdahil olma konusunda daha temkinli. Rusya ise, Esad rejimine doğrudan destek vermeye başlaması ile Ortadoğu’daki mücadelede ön sırayı alan bir konuma yükseldi. Fakat her iki küresel güç de Ortadoğu’daki asıl dominasyonlarını bölgesel güçler aracılığıyla kurabileceğinin farkındadır. Daha açık bir ifadeyle ABD ve Rusya; Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlerin Ortadoğu’da ortaya çıkacak yeni devlet veya devletçikler üzerinde hamilik[2] iddiasıyla kuracakları etki ve ulaşacakları geniş dominasyonu düşünerek bu güçler arasında bir tercih yapmakta veya bu güçleri, kendi ekseninde pozisyon almaya zorlamaktadır. Burada asıl unutulmaması gereken nokta; ABD’nin ve Rusya’nın hem Türkiye’nin hem de İran’ın Ortadoğu vizyonlarına ve hamilik iddialarına kendi çıkarları doğrultusunda ve nispetinde sundukları destek, nihayetinde kendi büyük nitelikteki Ortadoğu projelerini gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu sebeple Türkiye’nin ve İran’ın bölgedeki kendi etkinliklerini genişletme adına giriştikleri mücadelede, onları mezhep savaşının kaynak ve yönlendirici unsuru haline dönüştürecek doğrudan bir çatışma ortamından kaçınmaları gerekir. Daha genel bir ifadeyle Türkiye ve İran, küresel güçlerin Ortadoğu projeleri kapsamında tehdit oklarının yavaş yavaş kendilerine yöneleceğinin farkına varabilmelidir. Türkiye’nin ve İran’ın, bölgede oluşacak yeni devletlerin hamilliğini üstlenme adına giriştikleri güç mücadelesi onları bölgede merkez ülke konumuna yükseltebileceği gibi, onları varlık savaşının içerisine de sürükleyebilir.

2017 Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken iç siyasette yaşanan belirsizlik sebebiyle İran, Ortadoğu’da Türkiye’ye açık bir şekilde cephe almaktan imtina etmektedir. Bu sebeple İran yakın süreçte özellikle Musul Operasyonu bağlamında Şii unsurların hareket sahalarını ve operasyonlarını kasıtlı olarak kontrol etmek istemeyebilir. Her ne kadar 2017 İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri, İran’ın Ortadoğu’ya yönelik temel dış politika vizyonunu değiştirmeyecekse de bölgesel stratejisini Ahmedinejad döneminde olduğu gibi yeniden büyük oranda çatışmacı söylemden beslenen politik bir argüman üzerine kurgulayabilir. Türkiye’nin Kürt koridorunu engelleme adına Ortadoğu’da askeri varlığını göstermekten ve kendi çizgileri doğrultusunda bölgede ön alıcı[3] tedbirler almaktan çekinmediği bir süreçte İran’ın Şiileri kontrol edemez tutumu veya şiddet yanlısı politik bir argüman üretme olasılığı iki ülkeyi karşı karşıya getirebilecek önemli uyarıcı unsurlardır.

İran, tarihsel açıdan doğal nüfuz alanını oluşturan Irak’a otuz yılı aşkın süredir Şii milisler vasıtasıyla müdahil durumdadır. Nihayetinde İran’ın Şiiler üzerinde ulaşmış olduğu etkinliğin bir benzerini Türkiye tarafından tarihsel açıdan doğal nüfuz alanını oluşturan Suriye’de Fırat Kalkanı Operasyonuyla ve Irak’ta Musul operasyonundaki kararlılığıyla Sünni, Arap ve Türkmenler üzerinden kurulmaya çalışıldığında uluslararası camiada uyandırdığı etki travmatik derecede olmuş ve tepkisel hamleleri ise ciddi insanlık dramlarına yol açacak seviyeye ulaşmıştır. Türkiye, Musul’daki Sünni Arap halkını korumak maksadıyla etkisel kapasitesi sınırlı olsa da Musul operasyonuna müdahil olmaya çabalarken, İran yaklaşık 35 yıldır bölgeyi kendi nüfuz alanına dönüştürmek maksadıyla ciddi etkisel kapasiteye sahip operasyonel milis güçleri yönetmektedir. Türkiye, ciddi manada öyle bir iddiası veya girişimi olmasa da bölgede oluşturulacak muhtemel Sünni yapılanmaya önderlik veya hamilik yapabilecek önemli bir bölgesel güçtür. Diğer taraftan İran, Irak’ta Necef merkezli oluşturulacak ve uzun yıllardır planlamasını yaptığı Şii Devleti’ninhamilliğini üstlenecektir. ABD ve Rusya, Türkiye ve İran bağlamında çok yönlü çıkar çatışmasını da içeren oldukça karmaşık işbirliği geliştirse de genel eğilim İran merkezli Ortadoğu’dan yanadır. Geçmiş tecrübelerden yola çıkarak Sünnilerin radikalleşmeye olan yatkınlığından dem vuran küresel güçlerin, aynı şeyi benzeri sapkın uygulamaları gerçekleştiren radikal Şiiler için düşünmemesi gerçekten sorgulanması gereken bir olgudur. Bunun tek ve basit manada açıklaması; 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirenlerin Şii değil de radikal selefi unsurlar olması mıdır, tartışılır.

Türkiye’nin başkanlık sistemini hayata geçirmeye çalışması, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’da oluşturulacak yeni düzende merkez ülke olarak kendisine eklenecekdevlet veya devletçikler üzerinde etkin bir hayat sahası oluşturabilme ve kolay bir denetim mekanizması kurabilme girişimidir. Erdoğan’ın Lozan sınırlarından memnun olmayan tavrını yine bu dönemde dile getirmesi oldukça manidardır. İran ise son günlerde coğrafi sınırların değişmesine karşı olduklarını dile getirmekte ve Türkiye kaynaklı olası bir yeni tehdit dalgasının bölgesel çıkarlarına ve kendi güvenliğine zarar vereceği endişesindedir. Türkiye’den sonra yine Türkiye’nin ekseninde bölgede yeni bir Sünni gücün ortaya çıkması İran’ın isteyeceği en son şeydir. İran’dan sonra yine İran merkezli bölgede bağımsız bir Şii gücün ortaya çıkmasının getireceği tehdit ise uluslararası camia tarafından hiç sorgulanmamaktadır. Her ne olursa olsun Türkiye ve İran, kendi bölgesel emellerini gerçekleştirmeye çabalarken giderek kendisine doğru yönelen ve onları varlık savaşı içerisine sürükleyebilecek tehdit oklarını fark edebilecek tarihi hafızaya ve devlet pratiğine sahiptir.


[1]Obama liderliğindeki ABD’nin Ortadoğu’daki krizlere doğrudan müdahil olmaması, bölgede dengeleyici ve caydırıcı gücün bulunmayışına ve bölgesel rekabetin ve çatışma ortamının artmasına yol açmaktadır.

[2] Hamilik: Koruyuculuk, himayecilik. Hami: Himaye eden, yol gösteren, koruyucu.

[3] Bölgedeki etki ve hareket kabiliyeti açısından belirleyici güç olma durumu.

Dr. Cenk TAMER
Dr. Cenk TAMER
Dr. Cenk Tamer, 2014 yılında Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. Aynı yıl Gazi Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları Bilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimine başlamıştır. 2016 yılında “1990 Sonrası İran’ın Irak Politikası” başlıklı teziyle master eğitimini tamamlayan Tamer, 2017 yılında ANKASAM’da Araştırma Asistanı olarak göreve başlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Programı’na kabul edilmiştir. Uzmanlık alanları İran, Mezhepler, Tasavvuf, Mehdilik, Kimlik Siyaseti ve Asya-Pasifik olan ve iyi derecede İngilizce bilen Tamer, Gazi Üniversitesindeki doktora eğitimini “Sosyal İnşacılık Teorisi ve Güvenlikleştirme Yaklaşımı Çerçevesinde İran İslam Cumhuriyeti’nde Kimlik İnşası Süreci ve Mehdilik” adlı tez çalışmasıyla 2022 yılında tamamlamıştır. Şu anda ise ANKASAM’da Asya-Pasifik Uzmanı olarak görev almaktadır.

Benzer İçerikler