Ortadoğu: Medeniyetin Temelleri ve Osmanlı Barışı

Paylaş

Birinci Dünya Savaşı sürerken, İngiliz kuvvetlerinin Kut’ül Amare’de yenilgisinden on yedi gün sonra 16 Mayıs 1916 tarihinde Sykes-Picot Anlaşmasıyla İngiltere ile Fransa, Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu topraklarını paylaşmıştır. Bu paylaşım, “sınırları cetvelle çizildiğine” inanılan ve rengini İslâm Medeniyetinden alan Ortadoğu’ya barış, huzur ve demokrasi getirmemiştir. Çizilen bu sınırlar savaşlara sebep olmuş, oluşturulan yönetimler yeni monarklara dönüşmüş ve zengin enerji kaynakları heder edilmiştir. Buna göre, Ortadoğu İslâm Ülkeleri’nin 1916’dan 2016’ya geçen yüzyılı ıskaladığı savunulabilir.

İlk medeniyetlerin Mezopotamya’da “Bereketli Hilâl” denilen Zagros’un batı vadi ve yamaçları ile Türk Mezopotamyasının dağlık kesimi ve Anadolu yaylasının güneyinde başladığı kabul edilmektedir. Bölge 600 ile 900 metre yükseklikte; koyun, keçi ve evcil büyükbaş hayvanlar ile yabani buğdaygillerin habitatıdır. Bu yöre için bol sayılabilecek suların, kuzey tepelerin güneye ve batıya dönük yamaçlarından –son yüzyılda kızıla bulanıp- akıp gittiği yerler de bu topraklardır. Günümüzde insanlığın ilk yerleşim yerlerinin de söz konusu coğrafya olduğu kabul edilmektedir.

İlk medeniyetlerin esas birikim yerleri Mezopotamya ile Mısır olmuştur. İnsanlığın bu ilk ortak birikiminin Dicle, Fırat ve Nil su havzalarını takip ederek Basra Körfezi, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Akdeniz kıyılarından yeni merkezlere yayılmış olduğu düşünülmektedir. Avrupa literatüründe eskiden “Yakındoğu”, şimdilerde “Ortadoğu” olarak adlandırılan bu mekân, aynı zamanda kaynağı vahye dayanan Musevilik, Hristiyanlık ve İslâm dinlerinin doğup yayıldığı mekândır. Bu üç dinin müessisi peygamberlerin ortak atası Hz. İbrahim’in izleri de bu coğrafyadadır. Mezopotamya’dan Harem (Hicaz) bölgesine; Filistin’den Mısır’a, Fenike’den Ege’ye, Anadolu’ya ve Roma’ya eski uygarlıklar ve bu uygarlıkların kesişme noktası olan Helenistik Medeniyetin derin tesiriyle oluşan, Akdeniz havzasında mekân tutup ve küllerinin içinde hiç kaybolmayan ve kök değerleriyle birbirine düşman eski uygarlıklar, bugünkü Ortadoğu’nun şekillenmesinde pay sahibidirler. Günümüzde ise akan gözyaşından ve kandan sorumludurlar.

Akdeniz Dünyası’nın büyük mütefekkiri Fernand Braudel, söz konusu uygarlıkları, “insanların inanç, düşünce, yeme ve yaşama biçimlerini” dikkate alarak üç kategoride tasnif etmiştir. Bunlardan ilki Batı’dır. Bu Hristiyanlık da denilebilecek olan, başlangıcı Latin, daha sonra Katolik mezhebi üzerine oturmuş, merkezi Roma olan, bugün Protestan Dünyaya, Okyanus’a ve Kuzey Denizi’ne, Ren ve Tuna nehirlerine kadar uzan dünyadır. İkinci evren İslâm Dünyası’dır. Bir ucu Fas’ta bir ucu Hint Okyanusu’nun ötesinde, 13. yüzyıldan itibaren de Güney Asya’ya kadar uzanmıştır. Merkezi Mekke ve Medine -başka bir deyişle Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara- olan dünyadır. Bu dünyaya “Karşı Batı” da demek mümkündür. Doğu ile Batı, Germaine’nin deyimiyle “birbirlerini tamamlayan düşmandırlar”. Ama ne biçim düşman, ne biçim rakip! Birinin yaptığını öteki de yapar. Batı Haçlı Seferlerini icat eder ve yaşar; İslâm cihadı, kutsal savaşı icat eder ve yaşar. Hristiyanlık Roma’ya ulaşır; İslâm Mekke’ye ve Peygamber’in kabrine (Ravza-i Mutahhara’ya) ulaşır.

Üçüncü uygarlık; Ortodoks mezhep inancıyla Batı’dan ayrılan, temelde Grek Uygarlığı değerleri üzerine oturan Hristiyan Doğu dünyasıdır. Bu dünya, Balkan yarımadasında yaşayan Romanya, Bulgaristan ve eski Yugoslavya coğrafyasının büyük kısmıyla, antik Hellas’ın anımsandığı ve yeniden yaşandığı Yunanistan ile birlikte Tuna’nın doğusuna uzanan bütün Ortodoks Rusya’yı içine alan âlemdir. Bu âlemin merkezi her ne kadar Ortodoks Kilisesinin tarihî merkezi olması münasebetiyle Konstantinopolis, Türklerin fethiyle 1453 yılından beri Müslüman İstanbul (İkinci Roma, ortasında Ayasofya, artık Müslüman) gibi algılansa da, bir dönem tarihi rolünü oynayan Moskova, yani üçüncü Roma olarak ele alınabilir.

Braudel’in bu medeniyet tasnifi, Ortadoğu merkezli olarak yeniden yapılacak olursa, muhtemelen Hristiyanlık ve İslâm (Batı-Doğu) medeniyetleri dışında, Grek kültürünün üzerine inkişaf eden Ortodoks Hristiyanlık medeniyeti gibi, Hz. Muhammed’den sonra Arabistan dışında sürdürülen İslâm fetihleriyle Milâdî 632-656 yılları arasında Müslüman Arap ordularına yenilmesi sonucu yıkılan Sasani İmparatorluğu topraklarında ve Zerdüştlük inancının derin bir uykuya çekilmesiyle İslamlaşan İran’ın, köklü Pers uygarlığının külleri üzerinde, merkeze muhalif bir Şii-İslâm uygarlığından da söz edilebilir. Bu uygarlığın etki alanının, zamanla İran’ın dört bir tarafına Afganistan, Irak, Kafkasya ve Yemen’e doğru genişlediğini, söylemek mümkündür. Artık Sünnî-İslâm Dünyası ile Şiî-İslâm Dünyasının arası, Batı Hristiyanlık dünyası ile Doğu Hristiyanlık dünyası arasında olduğu gibi, birbirinden uzaklaşmış görünmektedir.

Günümüzde Ortadoğu’da kökü İslâm, Hristiyanlık ve Musevîlik dinlerinin de öncesine uzanan, bu dinlerin de doğup geliştiği –şimdilerde Ortadoğu olarak adlandırılan- medeniyet havzalarında, son barış ve huzuru Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye sağlamıştır. Dört asırlık bu barış ve huzur dönemini Oryantalistler (Şarkiyatçılar), “Pax-Ottomana”, yâni “Osmanlı Barışı” olarak isimlendirmektedir. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, Bitinya (Bilecik, Bursa ve İznik) bölgesinde kuruluşunu tamamladıktan sonra, Batı ve Doğu istikametinde büyümeye başlamış, Batı istikametinde yapılan fetihlerle Rumeli’nin, yâni Orta Avrupa’ya kadar Balkanlar ve Akdeniz’in hâkimiyetini; doğu istikâmetinde yapılan ilhaklarla Anadolu’nun, Kafkaslar’ın, Mısır-Suriye-Hicaz’ın, Yemen’in; Kuzey, Orta ve Doğu Afrika’nın yâni kısaca Ortadoğu’nun siyasî birliğini –İslâm siyasî birliği üzerinde- kurmuştur. Nitekim Devlet-i Aliyye, Fatih Sultan Mehmed devrinde Tuna’dan Fırat’a ulaşmış, II. Bayezid devrinde İran Safevi Devletiyle yaşanan Doğu Anadolu’nun hâkimiyeti rekabeti sonucu ve Mısır Memluk Devletiyle yaşanan Güneydoğu Anadolu’nun hâkimiyeti rekabeti sonucu, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde ise çıkılan; İran (Doğu), Suriye-Mısır, Irakeyn ve Yemen-Hind seferleri sonucunda, bütün Ortadoğu’ya hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin bu hâkimiyetiyle Ortadoğu’da, 11. asırda Haçlı Seferleriyle, 13. asırda Moğol istilasıyla bozulan barış ve huzur, Osmanlı “İslâm siyasî birliği” ile yeniden kurulmuştur.

Mısır/Abbasî Hilâfetinin Osmanlı padişahına intikali, Haremeyn-i Şerifeyn’in (Mekke- Medine ve Kudüs’ün) himâyesi, Kutsal Emanetlerin Osmanlı payitahtına taşınması ve Haremeyn-i Şerifeyn’de haccın organizasyonu imtiyazları Devlet-i Aliyye’nin itibarını Müslüman halkların nazarında artırmış, zamanla Osmanlı padişah/ halifesinin adı, Osmanlı coğrafyası dışındaki İslâm Ülkelerinin mescitlerinde de okunur olmuştur. Ayrıca Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde yapılan idarî ve içtimaî düzenlemelerle Ortadoğu’nun idarî ve içtimaî yapısı “Osmanlı Milletler Nizamına” uyumlu hâle getirilmiş, -bir başka ifadeyle- Ortadoğu Osmanlılaştırılmıştır, demek mümkündür. Şimdi ise yüzyıl öncesine kadar süren Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana) aranmaktadır. Yaşanmakta olan, bir medeniyet krizidir. İslâm Dünyasının bir yönetilme sorunu vardır!

Benzer İçerikler