Darbeler, her ne kadar günümüz dünyasında 20. yüzyıldaki gibi sık görülmese de iç politikasında sorunlar yaşayan anti-demokratik ülkelerde gerçekleşen darbeler, son zamanlarda küresel bir sorun haline gelmiştir. Myanmar, tarih boyunca birçok medeniyetin hâkim olmak istediği bir coğrafyada yer almaktadır. Günümüzde ekonomik durum olarak dünyanın en yoksul ülkesi şeklinde bilinmesine rağmen doğal kaynaklar bakımından oldukça zengin bir ülkedir. Ülke topraklarının üçte ikisini kaplayan geniş ormanlarda son derece kıymetli ağaçlar bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Myanmar; petrol, doğalgaz, gümüş gibi birçok zengin doğal kaynağı da barındırmaktadır.
Ayrıca bulunduğu mevki açısından Hindistan ile Çin arasında bir köprü görevi görmesi ve Uzakdoğu ile Afrika’yı birbirine bağlaması bakımından çevredeki komşu ülkeleri olan Hindistan, Çin ve Japonya’ya ek olarak Rusya, Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) için de stratejik bir öneme sahiptir.
Sosyo-politik açıdan İngiliz sömürüsünden sonra ülkede yaşanan milliyetçi söylemler sebebiyle azınlık ve özellikle Müslüman karşıtlığı artmış, bağımsızlığını kazandıktan sonra ise kısa süreli bir “Cumhuriyet” yönetimi yaşamıştır. Fakat Myanmar, 1962 yılında Genelkurmay Başkanı Ne Win’in düzenlediği darbeden sonra “Anayasal Diktatörlük” şeklinde de anılan cunta yönetimi altında, her türlü insan hakları ve demokrasi ihlallerin yaşandığı iç karışıklıkların merkezi haline gelmiştir. Geçmişten gelen azınlık ve özellikle de Müslüman karşıtlığı artarak devam etmiş ve ilk demokratik seçimler denebilecek 2015 yılı seçimlerinde 1 milyondan fazla Arakanlı Müslüman oy kullanamamıştır.
2020 yılının Kasım ayında yapılan seçimlerde Myanmar Ordusu’nun partisi olarak bilinen Birlik İçin Dayanışma ve Kalkınma Partisi’nin (USDP) Batı tarafından desteklenen Suu Çii’nin partisi Ulusal Demokrasi Birliği’ne (NDL) büyük farkla kaybetmesinin ardından seçimlerde hile yapıldığı öne sürülmüştür. Ordu, 1 Şubat 2021 tarihinde General Min Aung Hlaing liderliğinde gerçekleştirdiği darbeyle yönetimi zorla ele geçirdikten sonra, Aung San Suu Çii de dahil birçok kişiyi göz altına almış ve 1 yıllığına olağanüstü hâl ilan etmiştir. Bu durum, ülkedeki demokrasi savunucularının tepkisini çekmiş ve 6 Şubat 2021 tarihinde protestolar başlamıştır.
Protestocular silahsız vatandaş olmalarına rağmen ordu tarafından sert muamele görmüş ve birçok kişi ordunun silahlı tutumu karşısında hayatını kaybetmiştir. Buna ek olarak 27 Mart 2021 tarihini “Silahlı Kuvvetler Günü” olarak nitelendiren General Min Aung Hlaing, yaptığı konuşmasında protestocuları suçlayarak, şiddet eylemine neden olduklarını belirtmiştir. Aynı gün ,114 kişinin Myanmar Ordusu’nun acımasızca açtığı ateşler sonucunda hayatını kaybetmesi ise dikkatlerden kaçmamıştır. Mevzubahis tarih, demokrasi savunucuları için en kanlı gün olmuştur. Bu olayı takiben 28 Mart 2021 tarihinde de güvenlik güçleri, kayıpları için yas tutanlara ateş açmıştır. Yaşanan kanlı olaylar nedeniyle ülkede hayatını kaybedenlerin ve yaralananların sayısı her geçen gün daha da artmaktadır.
Myanmar Darbesi uluslararası alanda oldukça sert bir tepki almıştır. ABD, Avustralya, Kanada, Almanya, Yunanistan, İtalya, Japonya, Danimarka, Hollanda, Yeni Zelanda, Güney Kore ve İngiltere Savunma Bakanları bu durumu şiddetle kınamış ve demokrasiye dönülmesini istemişlerdir. Ancak sorun burada bitmemektedir. Rohingya’da yaşanan soykırımlar nedeniyle Aung San Suu Çii’nin tekrar iktidara gelmesi olası görünmese de Çin’in savunduğu Myanmar Ordusu’nun iktidarda kalması da Batı açısından istenilen bir durum değildir.
ABD ile Çin arasındaki rekabetin “Yeni Soğuk Savaş” şeklini alıp almayacağı sorusu, uzun vadede yanıtlanacak bir mevzudur. Tarafların çatışmanın hangi safında yer alacağı henüz net olarak belli olmadığı için bundan sonra Myanmar’ın söz konusu çekişmede merkezi bir rol oynayıp oynamayacağı bilinmemektedir. Washington’un Pekin’e karşı uyguladığı yaptırımlarla Çin’e ekonomik açıdan zarar vermek istemesi, Pekin’in Myanmar Ordusu’na yardım ederek ABD’ye misillemede mi bulunduğu sorusunu akıllara getirmektedir. Ancak görünenin aksine, Çin’in istikrarlı bir biçimde takip ettiği başka ülkelerin “iç meselelerine” karışmama politikası nedeniyle darbeyi desteklediğini söylemek doğru bir tutum değildir. Dahası ülkedeki iç karışıklık ve darbenin bir iç savaşa dönüşmesi olasılığı, Birleşmiş Milletler’in (BM) ABD liderliğinde bölgeye gelmesine vesile olabilir. Kuşkusuz bu da Çin’in çıkarları için açık bir tehdittir.
Myanmar’da 60 yıldan fazla iktidarda bulunan ordunun ülke ekonomisi ve kaynakları üzerinde büyük yetkisi vardır. Bu anlamda Çin’in orduyu desteklemesi tamamen “ekonomik” amaçlar taşımaktadır. Ayrıca Çin için Myanmar, ABD’nin Hint-Pasifik politikası üzerinde Çin’in yollarını kapatmasına karşı hayat kurtarıcı bir önem taşımaktadır. Ordu ise bu Çin’e tanıdığı kaynak arama ve petrol/gaz rezervlerine ulaşma konusundaki imtiyazlar nedeniyle darbe sonrasında AB ve ABD’den gelecek yaptırımlara karşı Çin’in desteğini beklemektedir.
Myanmar’da Aung San Suu Çii gibi Batı tarafından destek gören ve onun gibi destek görebilecek bir başka liderin gelmesi, Pekin’in çıkarlarına zıtlık oluşturacaktır. Bu yüzden de Çin, ortak çıkara sahip olan başka bir lider bulmadığı sürece Myanmar Ordusu’nu destekleyecektir. Diğer taraftan darbeci liderin kutlamalar esnasında “demokrasiyi koruyacağını” söyledikten sonraki açıklamasında, aslında protestocuların “şiddete” sebep olduğunu, protestoları durdururlarsa bu durumun değişeceğini söylemesi de ilginçtir. Buna rağmen halkın bu söylemlere inanmaması nedeniyle protestoların devam edeceği öngörülmektedir. Bu çerçevede ülkedeki gerilim artar ve karşılıklı olarak silah kullanılmaya başlanırsa “iç savaş” yaşanabileceği de bir risk olarak göz önünde bulundurulmalıdır.
Neticede Pekin yönetiminin uzun süredir uyguladığı dış politika anlayışını terk ederek Myanmar’ın iç meselelerine karışıp karışmayacağı belirsizliğini korumaktadır. Çin’in böyle bir müdahalede bulunması, uluslararası gündemde yeni bir gerginlik yaratacaktır. Ancak Çin, bölgedeki otoritesini riske atacak bir Batı egemenliği istememektedir. Bununla birlikte Pekin, halk ile ordu arasındaki istikrarsızlığın artması nedeniyle BM merkezli bir operasyonun gerçekleşmesi olasılığından da rahatsızdır. Bu nedenle de Çin’in sakin bir politikada uygulayıp, temkinli bir şekilde ABD ve AB’nin de gözünü boyayarak gerilimi azaltmaya çalışacağını ifade etmek mümkündür. Zira Çin hem Batı’nın sınırına gelmesini engellemek hem de istikrarlı bir düzende ekonomik faaliyetlerini devam ettirmek arzusundadır. Zaten bu tutum, son dönemdeki Çin dış politikasında kendisini çok somut bir şekilde hissettirmeye başlamıştır.