Analiz

Küresel Sistemin Dönüşümü ve Yeni Dünya’nın Kaçınılmaz Doğuşu

Statükoyu koruma çabaları, mevcut düzeni daha da kırılgan hale getirmekte ve uluslararası ilişkilerde belirsizlikleri artırmaktadır.
Güç dengesi giderek Asya merkezli bir yapıya evrilirken, Doğu’nun küresel siyasette daha belirleyici bir konuma yükselmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Mevcut uluslararası düzen büyük bir dönüşüm sürecinden geçmekte ve devletler bu değişime ayak uydurabilmek için yoğun bir mücadele vermektedir.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

Tarih boyunca büyük dönüşümler, toplumsal yapıyı derinden sarsan krizlerin ve çatışmaların ardından ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi gibi olaylar, eski düzenin çöküşü ve yeni bir sistemin inşası sürecinde ciddi toplumsal, ekonomik ve siyasi sancılar yaşanmasına neden olmuştur. Bu tür dönüşümler, yalnızca mevcut yapıların yıkılmasıyla değil, aynı zamanda yeni bir düzenin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Günümüzde de benzer bir kırılma noktasında olduğumuzu söylemek mümkündür. Zira son dönemde yaşanan küresel ekonomik dengesizlikler, büyük güçler arasındaki rekabetin yoğunlaşması ve teknolojik devrimlerin insan yaşamı üzerinde yarattığı dönüştürücü etkiler, mevcut düzenin sürdürülebilirliğini ciddi şekilde sorgulamasına neden olmaktadır. Bu bağlamda mevcut statükoyu temsil eden aktörler için asıl sorun, değişimin kaçınılmaz olmasıdır. Zira yeni bir düzenin ortaya çıkışı, eski düzenin çıkar sahipleri tarafından doğal olarak bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bunun temel nedeni, yeni düzenin yalnızca siyasi ve ekonomik yapıları değil, aynı zamanda küresel güç dengelerini, kültürel normları ve uluslararası sistemin işleyişini de köklü bir biçimde dönüştürme potansiyeli taşımasıdır. Dolayısıyla bu dönüşüm süreci hem fırsatları hem de riskleri beraberinde getirmekte; bu da mevcut sistemin devamını savunanlar ile değişimi destekleyenler arasında kaçınılmaz bir gerilim yaratmaktadır. 

Dünya tarihinin son 5-6 yüzyıllık seyri incelendiğinde, dünya düzeninin her yüzyılda bir başat güç etrafında şekillendiği görülmektedir. Bu dönüşümü açıklamak için uluslararası sistemi eskimiş bir ray üzerinde ilerleyen trene benzetmek mümkündür. Bu metaforda tren, küresel düzeni yani uluslararası sistemi temsil ederken, vagonlar, devletleri simgelemektedir. Raylar ise uluslararası sistemin kuralları ve normlarını temsil etmektedir. Burada trenin ilerleyişi sistemin dönüşüm sürecini ifade etmektedir. Eskimiş ve yıpranmış ray üzerinde tren yoluna devam ederken, bazı vagonlar raydan çıkar, devrilir ya da sistemden kopar. Ancak değişen koşullara uyum sağlayabilen, kendini yeniden konumlandırabilen ve yeni sisteme entegre olabilen devletler, uluslararası sistemde varlıklarını sürdürebilir ve yeni düzenin bir parçası olurlar. Bu perspektiften bakıldığında, tarih boyunca küresel güç merkezlerinin değişimi ve uluslararası sistemin dönüşümü, değişen koşullara uyum sağlayabilen ve stratejik esneklik gösterebilen devletlerin ve aktörlerin varlıklarını sürdürebildiği dinamik bir süreç olmuştur. Uluslararası sistemin yapısal dönüşümleri, hegemon güçlerin yükselişi ve düşüşü ile şekillenmekte olup bu süreçte yeni düzene entegre olabilen aktörler, küresel siyasette etkin roller üstlenmeye devam edebilmiştir. 21. yüzyılın en büyük gerçeği, eski dünyanın raylarının artık eskidiği ve Yeni Dünya’nın doğmaya başladığıdır. Küresel sistem, yeni bir dengenin doğum sancılarıyla sarsılırken, yaşanan kaosun tek suçlusu, bu kaçınılmaz değişimdir.

Tarih boyunca döneminin süper gücüne meydan okunması ve yeni bir gücün ortaya çıkması, genellikle ekonomik rekabet, askeri çatışmalar, teknolojik ilerlemeler ve siyasi dönüşümlerle şekillenmiştir. Süper güçler, güçlerini genellikle sanayileşme, sömürgecilik, askeri kapasite ve küresel ticaret ağları üzerinden kurmuş, ancak zaman içinde rakiplerinin yükselmesi ve içsel zayıflıklar nedeniyle meydan okumalarla karşı karşıya kalmışlardır. Örneğin, 16. yüzyılda İspanya ve Portekiz, denizcilik ve sömürgecilik faaliyetleri sayesinde küresel hâkimiyet kurmuş, fakat ekonomik aşırı genişleme, artan savaş maliyetleri ve rakip devletlerin güçlenmesi karşısında üstünlüklerini kaybetmişlerdir. Bu süreçte 17. yüzyılda Hollanda, deniz ticareti ve finansal sistemleriyle Avrupa’nın yeni lideri olmuş, ancak İngiltere’nin güçlü donanması ve sanayileşmeye dayalı ekonomik büyümesi karşısında gerilemiştir. 18.ve 19. yüzyıllarda İngiltere, Sanayi Devrimi’nin sağladığı avantajlarla küresel liderliğe yükselmiş, ancak Almanya ve ABD gibi sanayileşen yeni güçlerin ekonomik ve askeri olarak büyümesiyle rekabet baskısıyla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle Almanya’nın sanayileşme ve askeri modernizasyon politikaları, İngiltere ve Fransa için büyük bir tehdit oluşturmuş ve bu rekabet Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’na zemin hazırlamıştır. 19. yüzyılda ise Avrupa merkezli güçler, dünya savaşları nedeniyle zayıflamış, bunun sonucunda ABD ve Sovyetler Birliği süper güçler olarak ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş dönemi, ABD ve SSCB’nin küresel hâkimiyet mücadelesine sahne olmuş, ancak Sovyetler Birliği’nin ekonomik darboğazları, sürdürülemez düzeye ulaşan askerî harcamaları ve iç siyasi dinamiklerdeki istikrarsızlıklar sonucunda 1991 yılında dağılmasıyla sona ermiştir. Bu süreç, ABD’nin uluslararası sistemde tek süper güç olarak kalmasına yol açmıştır.

Görüldüğü gibi süper güçler, genellikle ekonomik ve teknolojik üstünlükleriyle rakiplerine karşı avantaj sağlasa da tarih boyunca yükselen güçler bu dengeyi bozmuş ve mevcut süper gücün içsel zayıflıklarından yararlanarak meydan okumuştur. Dolayısıyla yeni bir süper gücün ortaya çıkışı, sadece askeri güç değil, aynı zamanda ekonomik dinamizm, yenilikçilik ve küresel etkileşim kapasitesiyle şekillenmiştir. Ayrıca Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya geçişler, meydan okumalar, çekişmeler ve savaşlar ile gerçekleştiği için zor ve sancılı olmuştur. 

Bu çerçevede Soğuk Savaş sonrası kurulan dünya düzenine ve dönemin başat gücü ABD’ye karşı yapılan meydan okumalara ve ABD’nin karşı stratejilerine bakıldığında tarihin tekrar tekerrür etiğini görebiliriz. 20. yüzyılın bilhassa Soğuk Savaş sonrası tek süper güç hâline gelen ABD, küresel liderliğini askeri, ekonomik ve teknolojik üstünlüğü üzerine, kendi dünya düzenini kendi çıkarları doğrultusunda inşa etmişti. 1990’lı ve 2000’li yıllar arasında ABD, Soğuk Savaş sonrası küresel liderliğini pekiştirmek amacıyla insan hakları, demokrasi ve liberal değerler söylemlerini ön plana çıkararak uluslararası sistemi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeninde ABD, liberal dünya düzeninin hâkimi olarak ekonomik, siyasi ve askeri mekanizmalar aracılığıyla küresel etkisini genişletmiştir. Bu süreçte ABD’nin dış politikasında, Batılı normların küreselleştirilmesi söylemi önemli bir yer tutmuş, özellikle Ortadoğu, Balkanlar, Afrika ve Uzak Doğu gibi stratejik bölgelerde hegemonik bir düzen inşa etme çabaları yoğunlaşmıştır.

Ortadoğu’da ABD’nin müdahaleci politikaları, demokrasi ve insan hakları söylemleriyle meşrulaştırılmış, ancak bu müdahalelerin temelinde bölgesel jeopolitik çıkarlar yatmıştır. 1991’deki Körfez Savaşı ile başlayan süreçte ABD, bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol altında tutmayı hedeflemiş, 2003 Irak işgali ise kitle imha silahları ve demokratikleşme söylemleriyle gerekçelendirilmiştir. Ancak bu askeri müdahaleler, bölgede istikrarsızlık yaratmış, mezhepsel çatışmaları derinleştirmiş ve bölge devletlerinin iç dinamiklerini radikal şekilde dönüştürmüştür. ABD’nin Ortadoğu’daki askeri ve siyasi varlığı, küresel düzenin tek taraflı yönetilmesine yönelik eleştirileri artırmış, özellikle Afganistan ve Irak’taki başarısızlıklar, ABD’nin hegemonik gücüne yönelik sorgulamaları beraberinde getirmiştir.

Balkanlar’da ABD, 1990’lı yıllarda Yugoslavya’nın dağılması sürecinde bölgedeki etnik çatışmalara müdahil olmuş ve NATO’yu kullanarak askeri operasyonlar gerçekleştirmiştir. Bosna-Hersek’teki savaş sürecinde ABD, Dayton Anlaşması’nın mimarı olarak bölgesel barışı tesis etmeye çalışmış, ancak bu süreçteki askeri müdahaleler uluslararası hukuk açısından tartışmalara yol açmıştır. 1999’da Kosova müdahalesi de insani kriz söylemi çerçevesinde meşrulaştırılmış, ancak bu müdahale ABD’nin askeri gücünü kullanarak Avrupa’daki stratejik çıkarlarını koruma hedefinin bir parçası olmuştur.

Afrika’da ABD’nin liberal politikaları, ekonomik yardım ve kalkınma projeleri üzerinden şekillendirilmiş, ancak bu süreçte ekonomik bağımlılık ilişkileri derinleşmiştir. Küresel finans kuruluşları aracılığıyla uygulanan neoliberal reformlar, Afrika’daki pek çok ülkenin ekonomik yapısını ABD merkezli finansal sistemlere entegre etmiş, ancak bu reformlar genellikle yerel ekonomilerde istikrarsızlığa ve borç krizlerine neden olmuştur. Aynı zamanda, terörle mücadele politikaları çerçevesinde ABD, Afrika’daki askeri varlığını artırmış, özellikle Somali ve Sahel bölgesinde güvenlik temelli operasyonlara odaklanmıştır.

Uzak Doğu’da ABD, özellikle Çin’in yükselişine karşı denge politikaları izleyerek bölgesel müttefikleriyle askeri ve ekonomik işbirliklerini güçlendirmeye çalışmıştır. 1990’lı yıllarda Asya-Pasifik’te ekonomik liberalizasyonun teşvik edilmesi, ABD’nin bölgesel ekonomik etkisini artırmasına olanak tanırken, 2000’li yıllarda Çin’in ekonomik gücünün hızla artması, ABD’nin bölgedeki hegemonik gücüne yönelik en büyük meydan okuma haline gelmiştir. Bu nedenle ABD, özellikle Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Hindistan gibi ülkelerle stratejik ortaklıklar geliştirerek Çin’in etkisini sınırlamaya yönelik politikalar benimsemiştir.

ABD’nin bu yayılmacı politikalarına karşı bölge ülkelerinde ABD’ye karşı güven sorununu ortaya çıkartmış ve ABD’nin bu bölgelerde etkisinin zayıflamasına neden olmuştur. Ayrıca 21. yüzyıl itibariyle farklı devletler ve jeopolitik aktörler ABD’ye meydan okumaya başlamış, bu süreçte ABD de çeşitli stratejiler geliştirerek küresel konumunu korumaya çalışmıştır.

Bu doğrultuda ABD’nin küresel liderliğine yönelik en büyük meydan okumalardan biri, Çin’in ekonomik büyümesi ve teknolojik ilerlemeleri olmuştur. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren Çin’in küresel ticaret ve üretimdeki payı hızla artmış, “Made in China 2025” ve Kuşak ve Yol Girişimi gibi projelerle dünya ekonomisinde daha etkili bir aktör hâline gelmiştir. Ayrıca 5G teknolojileri, yapay zekâ ve yarı iletken üretimi gibi alanlarda Çin, ABD’yle doğrudan rekabete girmiştir. ABD ise Çin’in bu yükselişi karşısında ticaret savaşları başlatmış ve yüksek gümrük tarifeleri uygulamaya koymuştur. Özellikle Huawei ve ZTE gibi şirketlere yaptırımlar getirilerek Çin’in teknoloji alanındaki yükselişi sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Ayrıca ABD, Çin’in bu hızlı ilerleyişi karşısında Hint-Pasifik Stratejisi ile Avustralya, Japonya ve Hindistan gibi bölgesel müttefiklerle işbirliğini geliştirmeye çalışmıştır. 

Çin’in yanında ABD’ye karşı gerçekleşen en önemli meydan okumalardan bir diğeri de Rusya tarafından olmuştur. Özellikle Rusya, 2008’de Gürcistan’ı, 2014’te Kırım’ı ilhak etmesi ve 2022’de Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı işgaliyle ABD liderliğindeki Batı düzenine doğrudan meydan okumuştur. Ayrıca Rusya, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’da ABD’ye karşı alternatif ittifaklar geliştirerek bölgedeki Washington’un etkisini kırmaya çalışmıştır. Rusya’nın meydan okumalarına karşı ABD ise NATO’yu yeniden güçlendirerek Avrupa’daki askeri varlığını artırmaya çalışmıştır. Ayrıca Rusya’ya yönelik geniş çaplı ekonomik yaptırımlar uygulamış ve Rus ekonomisini zayıflatmak istemiştir. Son dönemlerde ise ABD, Ukrayna’ya kapsamlı askeri ve ekonomik destek sağlayarak Rusya’nın sahadaki ilerleyişini durdurmaya çalışmıştır.

Son yıllarda savunma sanayisindeki atılımları, bağımsız dış politika hamleleri ve bölgesel güç olma stratejisiyle Türkiye, ABD’nin politikalarına meydan okuyan aktörlerden biri hâline gelmiştir. Özellikle, Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Kafkasya ve Afrika gibi bölgelerde ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmeyen politikalar izlemesi, Türkiye’yi ABD’nin küresel stratejilerinde dikkate alınması gereken bir aktör hâline getirmiştir. Türkiye, ABD’nin ambargolarına rağmen kendi yerli savunma sanayisini güçlendirmiş ve insansız hava araçlarıyla küresel savunma sektöründe dikkat çeken bir aktör olmuştur. Ayrıca Türkiye, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alarak kendi savunma sistemini güçlendirmek istemiştir. Fakat bu adım, ABD’yle büyük bir gerilime yol açmış ve Türkiye, F-35 programından çıkarılmıştır. Ayrıca Türkiye, Libya, Suriye, Kafkasya ve Afrika’da bağımsız politikalar izleyerek ABD’nin bu bölgelerdeki etkisini sınırlayan hamlelerde bulunmuştur. Bütün bu gelişmelerin yanında Türkiye’nin en önemli girişimi Türk Devletler Teşkilatı’nı (TDT) kurarak bu teşkilatın faaliyet alanını geliştirmesi mevcut sisteme meydan okumak olarak değerlendirilmiştir. Özellikle Doğu Akdeniz’deki doğalgaz arama faaliyetleri ve TDT ile geliştirilen enerji işbirlikleri, Türkiye’yi bölgesel enerji denklemlerinde kritik bir aktör hâline getirmiştir. ABD ise Türkiye’nin bu girişimlerine karşı, Türkiye’yi belirli politikalardan vazgeçirmek için CAATSA yaptırımları uygulanmış, savunma sanayisinde Türkiye’ye yönelik kısıtlamalar artırılmıştır. Halkbank Davası ile Türkiye’ye baskı uygulamaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Her ne kadar ABD, bir yandan Türkiye’ye yaptırım tehditleriyle baskı uygulayıp sindirmek istese de diğer taraftan da Türkiye’yi kendinden uzaklaşmasını istememiş ve bu doğrultuda ABD, Türkiye’yi yeniden kazanmak için stratejik diyalog mekanizmaları geliştirmeye çalışmış, özellikle NATO içindeki işbirliğini vurgulamıştır. Ayrıca ABD, Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlandırmak için Yunanistan ve Ermenistan’ın yanı sıra PKK, PYD ve SDG gibi terör unsurlarını destekleyerek Türkiye’ye karşı bir denge politikası izlemeye çalışmıştır. Bu doğrultuda ABD, Türkiye’nin yakın coğrafyasında veraset savaşlarını başlatmış, İsrail’in yayılmacı ve katliamcı politikalarını destekleyerek Türkiye’nin bölgesinde etkisini kırmaya çalışmıştır.

ABD’nin küresel hâkimiyetine yönelik meydan okumalar sadece Çin, Rusya ve Türkiye’den değil, aynı zamanda Avrupa Birliği, Hindistan ve diğer bölgesel güçlerden de gelmektedir. Özellikle BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika), alternatif ekonomik ve siyasi bloklar oluşturarak ABD’nin dolar hâkimiyetine meydan okumaktadır. Bu girişimlere karşı ABD, küresel tedarik zincirlerini Çin dışındaki ülkelere kaydırarak daha dengeli bir ekonomik düzen oluşturmaya çalışmaktadır. Ayrıca ABD, Hint-Pasifik ve Transatlantik ittifaklarını güçlendirerek küresel liderliğini sürdürmeye yönelik diplomatik girişimlerde bulunmaktadır. BRICS ve benzeri bloklara karşı daha güçlü ticaret anlaşmaları ve ekonomik teşvik paketleri sunmaktadır. Özellikle Trump’ın son zamanlarda küresel şirketlere üretimlerini ABD’de yapmalarına yönelik çağrıları ve buna uymayanlara %25 vergi uygulaması bunu göstermektedir.

Diğer yandan ABD, geleneksel liberal değerlerden uzaklaşmakta ve dünya insanı her geçen gün kanlı eylemlere şahitlik etmektedir. ABD’nin liberal normları terk edip Makyavelist politikalar uygulaması gösteriyor ki mevcut sistemin normları artık meydan okumalara ve dünyanın yükünü kaldıramamaktadır. Başka bir ifadeyle dünya düzenin üzerinde akıp gittiği raylar paslanmıştır ve tek tek kopmaktadır. Üstelik bu kopmalar ile vagonlar/ devletler savrulmaya başlamıştır. Bu durum ise yeni bir düzeni veya rayların yenisi ile değiştirilmesi gerektiğini göstermektedir. 

Sonuç olarak; Raylar Eskidi ve Tren Sallanıyor: Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Batı merkezli uluslararası düzen yaklaşık otuz yıl boyunca küresel sistemin belirleyici unsuru olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak 2008 Küresel Finans Krizi’nin yol açtığı ekonomik kırılganlıklar, Çin’in hızla yükselen küresel gücü, Rusya’nın revizyonist dış politikası, Orta Doğu’daki jeopolitik boşluklar ve Avrupa Birliği’nin karşı karşıya kaldığı siyasi ve ekonomik krizler, mevcut düzenin istikrarını zayıflatmaya başlamıştır. 2020’li yıllarda ise Covid-19 pandemisinin küresel ekonomiye ve tedarik zincirlerine getirdiği baskılar, ABD-Çin rekabetinin giderek sertleşmesi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları gibi gelişmeler, uluslararası sistemin daha da sarsılmasına neden olmuştur. Bu durumun temelinde, mevcut küresel yapının değişen güç dengelerine ayak uyduramaması yatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası kurumlar ve normlar, günümüzün çok kutuplu dünyasında etkinliğini yitirmekte ve küresel yönetişim krizlerine yol açmaktadır. NATO, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve diğer önemli uluslararası kuruluşlar, yeni dönemin dinamiklerine uyum sağlamakta zorlanmaktadır. Küresel sistemin dönüşüm geçirmesi gerekirken, statükoyu koruma çabaları, mevcut düzeni daha da kırılgan hale getirmekte ve uluslararası ilişkilerde belirsizlikleri artırmaktadır.

Savrulan Vagonlar sonrası Kimler Ayakta Kalabilecek? Küresel sistemde yaşanan sarsıntılar, devletleri giderek daha sert bir rekabet ortamına sürüklemekte ve uluslararası düzende hayatta kalma mücadelesini zorunlu hale getirmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin öncülüğünde şekillenen tek kutuplu dünya düzeni, günümüzde ciddi meydan okumalarla karşı karşıyadır. Çin, ekonomik büyümesini sürdürerek Asya-Pasifik bölgesinde kendi etki alanını genişletirken, Rusya ise Ukrayna’ya yönelik askeri müdahalesiyle Batı’ya doğrudan meydan okumaktadır. Avrupa Birliği ise iç siyasi ve ekonomik krizlerle mücadele ederken küresel düzeydeki etkisini giderek kaybetmektedir. Bu dönüşüm sürecinde bazı devletler uluslararası sistemdeki değişime uyum sağlamakta zorlanırken, bazıları ise yeni güç dengelerinin oluşumunda belirleyici aktörler haline gelmektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılması, 20. yüzyılın en büyük jeopolitik kırılmalarından biri olmuş ve birçok eski Sovyet ülkesi ya tamamen etkisizleşmiş ya da küresel sistemdeki rollerini kaybetmiştir. Günümüzde benzer bir süreç, ABD ve Batı’nın küresel hegemonya kapasitesinin aşınmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, Hindistan, Brezilya ve Güney Kore gibi ülkeler, değişen küresel güç dengeleri içerisinde etkin aktörler olarak öne çıkmaya çalışmaktadır. Türkiye, çok yönlü dış politikası sayesinde Batı ile Doğu arasında stratejik bir denge kurmaya odaklanırken, Hindistan ise ABD ve Çin arasındaki rekabeti dengeleyerek uluslararası sistemde kendisine daha güçlü bir konum elde etme stratejisi izlemektedir. 

Kaza Sonrası Yeni Dünya’nın İnşasıÖnceki dönemler gösteriyor ki büyük krizler yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Örneğin, 1648 Vestfalya Barışı, 1815 Viyana Kongresi, 1919 Versailles Anlaşması, 1945 Yalta Konferansı ve 1991’de Soğuk Savaş’ın sona ermesi gibi önemli dönüm noktaları, küresel güç dengelerinin yeniden şekillendiği kritik anlar olmuştur. Günümüzde de benzer bir dönüşüm süreci yaşanmakta ve uluslararası sistem köklü değişikliklerin eşiğinde bulunmaktadır. Bu yeni dönemde devletlerin varlıklarını sürdürebilmeleri için esneklik, dayanıklılık ve stratejik uyum sağlama becerisine sahip olmaları gerekmektedir. Ekonomik özerkliğini sağlayamayan, dijital ve teknolojik dönüşüme ayak uyduramayan, askeri kapasitesini modernize edemeyen ülkeler, küresel sistemin değişen dinamikleri içerisinde etkisizleşmeye mahkûm olacaktır. Güç dengesi giderek Asya merkezli bir yapıya evrilirken, Doğu’nun küresel siyasette daha belirleyici bir konuma yükselmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bununla birlikte Batı’nın uluslararası sistemden tamamen çekilmesi beklenmemekte, aksine yeni ittifaklar ve ekonomik işbirlikleri aracılığıyla etkinliğini sürdürme çabası içinde olduğu gözlemlenmektedir.

Sonuç olarak söyleyebiliriz ki mevcut uluslararası düzen büyük bir dönüşüm sürecinden geçmekte ve devletler bu değişime ayak uydurabilmek için yoğun bir mücadele vermektedir. Küresel sistemin bu yeniden yapılanma sürecinde başarılı olan devletler yeni düzende önemli aktörler haline gelirken, değişime uyum sağlayamayanlar ya etkisizleşerek bir köşeye çekilecekler ya da tarihin tozlu raflarında yerini alacaklardır. Bu dönüşüm süreci kaçınılmaz olup esas belirleyici unsur ise ortaya çıkmakta olan yeni dünya düzenine hangi aktörlerin uyum sağlayabileceği ve bu sürece yön verebilecek kapasiteye sahip olacağıdır.


Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi

Benzer İçerikler