4 Şubat 2022 tarihinde Çin’de başlayan Kış Olimpiyatları, yalnızca bir spor organizasyonu olmakla kalmamış; aynı zamanda uluslararası güç mücadelesini ve bu kapsamda geliştirilen ittifak ilişkilerini de gözler önüne sermiştir. Zira Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) öncülüğünde Çin’e karşı başlatılan insan hakları ihlallerine yönelik eleştiriler, olimpiyatlara yönelik boykot çağrılarını beraberinde getirmiş ve nihayetinde ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Japonya başta olmak üzere çok sayıda devlet olimpiyatları boykot etmiştir. Buna karşılık başta Rusya olmak üzere birçok ülke de olimpiyatların açılış törenine devlet başkanı düzeyinde katılım sağlamıştır. Bu da uluslararası politikada yaşanan kutuplaşmayı göstermiş ve bazı devletlerin küresel güç mücadelesindeki tarafını seçtiği şeklinde yorumlanmıştır.
Kuşkusuz olimpiyatların açılış törenine katılan liderler arasında en dikkat çekici olan kişi, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’dir. Rusya-Ukrayna sınırında savaş tamtamlarının çaldığı bir dönemde Rus liderin Çin’deki törene katılması önemli bir mesajı barındırmaktadır. Bu mesaj ise Moskova-Pekin hattındaki ittifak ilişkilerinin her geçen gün daha ileri bir seviyeye taşındığı yönündedir. Nitekim Putin, ziyaret kapsamında Çin Devlet Başkanı Şi Jinping’le de görüşmüştür. Görüşmenin ardından yayınladıkları bildiride taraflar, ABD’nin Avrupa’ya ve Asya-Pasifik’e füzeler yerleştirmesini eleştirmiştir. Ayrıca Rusya; Çin’e karşı tesis edilen ve ABD, İngiltere ve Avustralya’dan oluşan AUKUS’u endişe verici bir girişim olarak nitelendirmiştir. Pekin ise Moskova’nın Washington’a ilettiği güvenlik garantileri talebini desteklediğini beyan etmiştir.
Tüm bu gelişmeler, Rusya-Çin hattındaki müttefiklik ilişkilerinin derinleştiğini ortaya koymaktadır. Bu noktada uluslararası ilişkilerin özü itibarıyla güç ilişkileri olduğunu hatırlatmak gerekmektedir. Dolayısıyla güçlü devletlerden tehdit algılayan aktörler, algılanan tehdidi dengelemek amacıyla ittifak ilişkilerine yönelirler. Bu da güç dengesi denilen durumun oluşmasını sağlamaktadır. Lakin ortaya çıkan ittifak ilişkileri ve tesis edilen güç dengeleri, her zaman rasyonel tercihler üzerinden şekillenmez. Devletler, bazen yanlış politikaları nedeniyle bazı ülkeleri kendilerinden uzaklaştırabilir. Bazen de ülkeler, birtakım baskılar sebebiyle istemedikleri ittifaklara dahil olabilir.
Bilindiği üzere Rusya, Soğuk Savaş sonrasında uluslararası sistemin iki büyük gücünden biri olma vasfını yitirmiş ve pek çok analist tarafından orta büyüklükte bir aktör olarak değerlendirilmiştir. Lakin Moskova, mevzubahis durumun yarattığı travmayı kısa sürede aşmış ve Putin’in iktidara gelmesiyle birlikte yeniden büyük güç olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.
Kremlin yönetimi, büyük güç olma stratejisini post-Sovyet alandaki hegemonyasını sürdürme hassasiyeti üzerine kurgulamıştır. “Yakın Çevre Doktrini” olarak da bilinen bu strateji, post-Sovyet ülkelerdeki Batılılaşma eğilimleri karşısında Rusya’nın siyasi ve askeri müdahalelerde bulunmasını beraberinde getirmiştir. Elbette bu durum, Moskova’nın post-Sovyet devletlerin bağımsızlıklarına ve egemenliklerine saygı duymadığı yönündeki tartışmaları da başlatmıştır.
2008 yılında Gürcistan’a müdahale ederek Güney Osetya ve Abhazya’yı Tiflis’in otoritesinden koparan Rusya, 2014 senesinde de uluslararası hukuka aykırı bir biçimde Kırım’ı ilhak etmiş ve Luhansk ile Donetsk’teki ayrılıkçı grupları desteklemiştir. Özellikle de 2014 yılındaki Ukrayna Krizi, yakın çevresindeki nüfuzunu arttırmak isteyen Rusya’nın genel düzeyde uluslararası arenada ve spesifik anlamda ise Batı Dünyası’nda yalnızlaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle de Batı, Rusya’ya çeşitli yaptırımlar uygulamıştır. Lakin uluslararası ilişkilerin küreselleşen dünya konjonktüründe savaşların çıkmasını önleyen en mühim bariyeri, devletler arasındaki karşılıklı bağımlılık durumudur. Dolayısıyla Batı’nın Rus doğalgazına ve Moskova’nın Avrupa pazarına olan ihtiyacı, 2014 yılındaki krize rağmen Rusya-Avrupa ilişkilerinin sürdürülmesini sağlamıştır.
Tahmin edileceği üzere, bu sürdürülebilirlik durumu, Moskova’nın Doğu Avrupa ve hatta Baltıklar konusunda daha cesur adımlar atmasını beraberinde getirmiştir. 2022 yılı itibarıyla bir yandan Belarus’la entegrasyon süreci yürüten ve Belarus-Polonya sınırındaki göçmen krizi üzerinden Avrupa değerlerini itibarsızlaştırmaya çalışan Moskova; diğer taraftan da Ukrayna sınırına yaklaşık 150.000 asker yığarak işgal hazırlığı içerisinde olduğun sinyallerini vermektedir. Moskova, bu hamlelerini, enerji kartını kullanarak Avrupa’yı sessiz kalmaya zorlayacağı varsayımının verdiği rahatlıkla yapsa da gelinen noktada Rusya’nın eylemlerinin Avrupa güvenliğini tehdit etmeye başladığı aşikardır.
Dolayısıyla çok kutuplu dünya düzenini savunduğunu sıklıkla dile getiren Kremlin, pratikteki uygulamalarıyla uluslararası sistemde bir kutup olarak konumlanmaya çalışan Avrupa’yı ABD’ye yönlendirmektedir.Zira Rusya’nın aşamalı olarak Ukrayna, Trans-Dinyester, Doğu Avrupa ve Baltıklarda çeşitli eylemlerde bulunacağı düşüncesi Avrupa’ya egemen olmuştur. Yani Moskova’nın yakın çevresini kontrol etme çabaları, Avrupa’nın geleneksel öteki algısını uyandırmış ve kıtanın stratejik özerkliğini tartışan aktörlerin ABD’ye olan ilgisini yeniden arttırmasına yol açmıştır.
Mevzubahis güç dengesinin oluşmasında Washington yönetiminin politikalarının da etkili olduğu ifade edilmelidir. Halihazırda ABD’nin küresel hegemonyasında meydan okuyan başat gücün Kuşak-Yol Projesi üzerinden geliştirdiği devasa ekonomik ilişkilerle ön plana çıkan Çin olduğu açıktır. Bu sebeple Çin’e karşı bir yandan QUAD ve AUKUS gibi ittifaklarla çevreleme politikası uygulayan; diğer taraftan da çeşitli yaptırımlarla ticaret savaşları yürüten ABD, her şeye rağmen bu rekabette Çin’in daha dinamik olan taraf olduğunu düşünmekte ve bu yüzden de Washington, Pekin’le yüzleşmeyi-hesaplaşmayı ertelemektedir.
Amerikalı karar alıcılara göre, Asya-Pasifik bölgesine odaklanılarak Çin’le mücadele edilecekse, her şeyden önce Kıta Avrupası’nın desteği sağlanmalı ya da bir diğer ifadeyle, ABD’ye olan bağlılığı teyit edilmelidir. Bu amaç doğrultusunda Washington yönetimi, Avrupa’nın geleneksel ötekisi olan Rusya’yı yeniden hedef haline getirmektedir. Nitekim Rusya’nın güvenlik garantileri taleplerine yansıyan Avrupa’ya füzeler yerleştirilmesi eylemi de esasen Avrupa’nın Rusya’yı tehdit olarak algılamasını sağlama hedefiyle gerçekleştirilmektedir. Benzer bir şekilde ABD, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) doğuya doğru genişlemesini gündemde tutarak ve bu bağlamda Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliğini tartışmaya açarak da Avrupa’yı yekpare tutum sergilemeye zorlamaktadır. Zira post-Sovyet ülkelerin NATO’ya yönelmesi durumunda Moskova’nın nasıl bir duruş ortaya koyacağını en iyi bilen ülke ABD’dir. Yani Washington yönetimi, Avrupa’nın desteğini almak için Rusya’yı ötekileştirmekte ve böylece Avrupa güvenliğini tehdit edecek Rus saldırganlığına alan açmaktadır.Hatta son dönemde Amerikalı karar alıcılardan gelen açıklamalar, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalede bulunmasını ABD’nin istediği gibi bir izlenim bile oluşturmuştur.
Elbette de bu durum, Avrupa’nın öteki algısını güçlendirilmesi beklentisinden kaynaklanmaktadır. Fakat Washington yönetiminin hesaba katmadığı bir husus vardır. O da uyguladığı politikaların Rusya-Çin ittifakını kemikleştirdiğidir. Yani Washington, eylemleriyle Moskova’yı Pekin’e itmektedir. Bu aşamada ise Soğuk Savaş tecrübesini hatırlamak yarar sağlayacaktır. Bilindiği üzere Soğuk Savaş esnasında Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği Varsova Paktı ile ABD-Avrupa ittifakına dayanan NATO arasındaki mücadelenin dönüm noktası, Amerikalı diplomat Henry Kissinger’ın “Pin-Pon Diplomasisi” ekseninde başlattığı süreç olmuştur. Küresel kapitalizme hızla eklemlenen Çin’in Rusya’yı yalnız bırakması, Sovyetler Birliği’nin yenilgisindeki temel etkenlerden biri olmuştur. Şimdi ise ABD, Çin’le mücadeleye hazırlanırken; Avrupa’yı yanına almak adına Rusya’yı karşısına geçmeye zorlamaktadır. Oysa Soğuk Savaş tecrübesi, ABD’nin kendisine göre daha dinamik olan Çin’le mücadelede hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı yanına alması gerektiğini göstermektedir.
Sonuç olarak ABD-Çin rekabeti belirginleştikçe, küresel güç mücadelesindeki ittifak ilişkileri de sağlamlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu ortamda Washington yönetimi, Çin’le mücadele edebilmek amacıyla Avrupa’yı yanına almaya çalışmakta ve bunun için de geleneksel yaklaşımını kullanarak Rusya’yı ötekileştirmektedir. Rusya’nın post-Sovyet coğrafyadaki eylemleri ve Amerikan baskısına verdiği yanıtlar ise Beyaz Saray’ın beklentilerine uygun bir şekilde ABD-Avrupa ittifakını sağlamlaştırmaktadır. Lakin Washington gözden kaçırdığı husus, politikalarının Rusya-Çin ittifakını da kurumsallaştırdığıdır. Bu anlamda devletler, kendilerini dahil olmayı düşünmedikleri ittifakların içinde bulmaktadır. Mevcut kamplaşma, dünya savaşları öncesindeki rasyonellikten uzak ittifak süreçlerini hatırlatmakta ve bu da küresel barış ortamını tehdit etmektedir.