Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2015 yılında Londra’ya yaptığı ziyaret, ikili ilişkilerde yeni bir “Altın Çağ”ın başlangıcı olarak nitelendirilmişti. Henüz başbakanlık seçim yarışı devam ederken Rishi Sunak, Çin’le ilişkilerdeki bu “Altın Çağ”ın yeniden canlandırabileceğini düşünmekteydi. Ancak göreve geldikten sonra Sunak, Çin’le ilgili kişisel görüşlerini “bir İngiliz Hükümeti politikası” olarak hayata geçiremeyeceğini fark etmiştir. Böylece Başbakan, Çin’le “Altın Çağ”ın sona erdiğini ilan etmiştir.[1]
İngiltere Başbakanı’nın en fazla eleştirildiği hususlardan biri, Çin’le ilişkilerde yeterince sert duruş sergileyememesi olmuştur. Hatta seçim yarışında Liz Truss’ın rakibi Sunak’ın önüne geçmesinde Çin’e karşı şahin tutumu etkili olmuştur. Truss Hükümeti devrilince Sunak, Çin siyasetinde daha ihtiyatlı ve dengeli bir politika izlemeye çalışmıştır. Bu bağlamdagöreve Sunak, Çin’i “tehdit” olarak nitelendirmek yerine “sistemik bir meydan okuma” şeklinde kategorize etmiştir. Bundan kısa süre sonra ise “Altın Çağ”ın bittiğini söylemiştir.
Söz konusu duruş, pek çok yönden İngiltere’nin aslında Amerika Birleşik Devletleri’yle (ABD) birlikte hareket etmek istemesinden kaynaklanıyor olabilir. Çünkü Sunak, geçmişte Çin’e karşı iyimserlik içerisinde olmuştur. Bu ılımlı yönü sebebiyle İngiltere’nin Çin siyasetinde ABD’den ayrışabileceği yorumları yapılmıştır. Ancak göreve geldiğinde Sunak hem İngiliz devlet aklı (istihbarat ve güvenlik kurumlarının baskısı ve geleneksel dış politika çıkarları) hem de dış faktörler (ABD’nin baskısı) nedeniyle bu duruşunu değiştirmek zorunda kalmıştır.
Başka bir ifadeyle Başbakan, İngiltere’nin dış politikadaki çıkarlarına uyum sağlamıştır. Her şeye rağmen Sunak, Çin’in küresel ilişkilerdeki rolünün kabul edilmesi gerektiğini savunmakta, Soğuk Savaş retoriğinden uzak kalınmasını ve Pekin’le angajmanın (diyaloğun) her zaman sürdürülmesi gerektiğini ileri sürmektedir.[2] Fakat aynı zamanda Sunak, partideki radikal kesimlerden, bazı devlet kurumlarından ve ABD’den gelen baskılar sonucunda Çin’e karşı daha mücadeleci bir duruş sergilemeye çalışmaktadır.
İngiltere’nin ve özel anlamda Başbakan Sunak’ın Çin siyasetinde yaşadığı ikilemi, Kıta Avrupası’nın Çin’le ilgili görüş ayrılıklarından bağımsız değerlendirmek doğru olmayacaktır. Bazı Avrupa ülkeleri, Çin teknolojilerine ve yatırımlarına bağımlılığı azaltmaya çalışırken; diğer bazıları ise Çin’le işbirliği yapmanın ve diyaloğu sürdürmenin önemini vurgulamaktadır. Örneğin Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’den sonra Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da gelecek yıl Pekin’e gitmeyi planlamaktadır. Kısacası Avrupa’da Çin’e dair tartışmalar sürerken; İngiltere de küresel siyasetteki bu değişimlerden etkilenmektedir.
Sunak, aynı Almanya, Fransa ve ABD liderlerinin yaptığı gibi Cinping’le bir araya gelmek istemiş, lakin bunda başarısız olmuştur. 2022 yılının Kasım ayında İngiltere Başbakanı, G20 Zirvesi’nin oturum aralarında Cinping’den randevu talep etmiş; fakat Pekin yönetimi, programın sıkışıklığı nedeniyle bu talebi geri çevirmiştir.
Cinping, söz konusu zirvede büyük ülke liderlerinin yanı sıra Meksika, Arjantin, Senegal, Hollanda, Güney Afrika ve Endonezya Devlet Başkanlarıyla da görüşmüştür. Buna rağmen Sunak’a “program sıkışıklığı” gerekçesiyle randevu vermemiştir. Bu tutum, İngiltere’yi hafife almak, açıkça reddetmek ve eleştirmekle eşdeğerdir. Bunun sebebi ise İngiltere Başbakanı’nın Çin siyasetinde net bir duruş sergileyememesi ve ABD’yle birlikte blok siyasetine yönelmesi olabilir. Yani Sunak, aynı selefi Truss gibi Çin’e karşı şahin bir tutum sergilemeye çalışmaktadır ve bu siyaset, Pekin’de olumsuz karşılanmaktadır.
İngiltere-Çin gerginliğine yol açan en büyük faktör, uluslararası siyasetteki kutuplaşmadır. Nitekim küresel konjonktür, devletler arasındaki ilişkilere de yön vermektedir. Bundan 70 yıl önce İkinci Dünya Savaşı’nda birbiriyle savaşmış devletler (ABD ve Japonya), günümüzde müttefik olup savunma ittifakları kurabilirken; aynı savaşta müttefik olan ülkeler (İngiltere ve Sovyetler Birliği-Çin) bugün birbirlerine düşman olabilmektedir. Zira devletlerin tarihten bu yana hep bir “ötekiye”; yani bir düşmana ihtiyaçları olmuştur. Bu sayede ulusal kimliklerini pekiştirmiş, moral olarak güçlenmiş ve toplumsal açıdan kenetlenmişlerdir.
Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin kurulmasından ve devletlerin egemen eşitliğine dayalı statükonun oluşturulmasından bu yana İngiltere, önce hayatta kalabilmek adına Kıta Avrupası’yla işbirliğine yönelirken; son yıllarda küresel çıkarlarını gerçekleştirebilmek amacıyla “yeni ötekiler” oluşturmaya başlamıştır.
BREXIT kararıyla Kıta Avrupası’ndan koparak daha bağımsız bir dış politikaya yönelmiş ve daha sonra Rusya ve Çin’i ötekileştirerek Küresel Britanya idealini canlandırmaya koyulmuştur. Çin’in resmi açıdan “öteki” olarak ilan edilmesi yakın geçmişte gerçekleşmiştir. 2021 yılının Mart ayında İngiliz Hükümeti’nin yayımladığı “Rekabet Çağında Küresel Britanya” başlıklı raporda, “Çin’in yükselen gücü ve artan uluslararası girişimleri” ifadesi kullanılmış ve böylece Çin, hedef olarak gösterilmiştir.[3] Buradaki önemli soru şudur: 2015 yılında ikili ilişkilerde “Altın Çağ”ın inşasından bahsedilirken; 2021 senesinde Çin, nasıl “öteki” haline geldi?
2013 yılında Çin’in Kuşak-Yol Projesi’ni ilan etmesi ve bunu finanse etmek için kurulan bankaların verdiği yüksek miktarlı krediler sebebiyle 2016 yılına kadar Asya’dan ve Avrupa’dan projeye katılan çok sayıda devlet olmuştur. İngiltere de “Çin Rüyası”na kapılan bir diğer Batılı güç olmuştur. Bunun üzerinden çok geçmeden 2017 yılında ABD’de Donald Trump’ın göreve gelmesi, Çin’le ticaret savaşlarının başlaması ve Çin teknoloji firması Huwai’nin 5G ağlarından yasaklanması gibi gelişmeler, İngiltere’nin de benzer adımları izlemesine yol açmıştı. Bir yandan Çinli teknoloji firmalarının casusluk için kullanıldığı iddiaları ve diğer yandan Çin’in Güney Çin Denizi’nde artan askeri faaliyetleri, Londra’nın Pekin’e karşı tavır almasına yol açan faktörler olmuştur.
Buradaki en büyük kırılma ise Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalede bulunmuştur. İngiltere, aynı Kıta Avrupası’nın taşıdığı endişeler gibi, Çin’in de benzer adımları Tayvan için atabileceğini düşünmektedir. Hatta İngiltere Eski Dışişleri Bakanı Liz Truss, Ukrayna’da düşülen hatayı tekrarlamamak için tüm Avrupa’nın Tayvan’a şimdiden destek vermesini ateşli bir şekilde savunmuştur. Böylece İngiltere’nin Çin siyaseti, ABD’ninkiyle aynılaşmıştır. Bunun sonucunda uluslararası sistemde gayri resmi bir Anglosakson ittifakı ve karşısında Rusya-Çin ekseni ortaya çıkmıştır. Kıta Avrupası ise ikisinin arasında kalmıştır.
Dikkat çeken bir diğer husus ise Çin’in son haftalarda Almanya, Fransa, Avrupa Birliği ve hatta ABD’yle iletişimi tercih ederken; İngiltere’yle diyalog kurmaktan kaçınmasıdır. Oysa ki Pekin, kendisini Moskova’dan ayrıştırmak, Soğuk Savaş siyaseti izlemediğini ve barışı desteklediğini göstermek adına Batılı liderle görüşmeye ağırlık vermişti. Buna rağmen İngiltere’nin dışarıda tutulması, Çin’in İngiliz siyasetinden duyduğu rahatsızlığı gözler önüne sermektedir. Pekin, benzer bir tavrı, Avustralya Eski Başbakanı Scott Morrison Hükümeti’ne de yapmıştır. Çinli yetkililer, uzun süre boyunca Morrison Hükümeti yetkililerinin telefonlarına cevap vermemiştir.[4] Fakat yeni Avustralya Hükümeti, ılımlı mesajlar vermek ve samimi bir diyalog ortamı tesis etmek suretiyle Dışişleri Bakanı Penny Wong’u Pekin’e göndermeyi başarmıştır. Fakat Çin, aynı iyi niyeti ve samimiyeti henüz İngiltere’den görememektedir. Eğer ilişkilerde bir iyimserlik havası hâkim olursa, Pekin de Londra’yla görüşmeyi kabul edecektir.
[1] “When It Comes to China, Britain Should Decouple from the US”, SCMP, https://www.scmp.com/comment/opinion/article/3203752/when-it-comes-china-britain-should-decouple-us, (Erişim Tarihi: 23.12.2022).
[2] Aynı yer.
[3] Aynı yer.
[4] “Fast-Thawing China-Australia Ties Raise Hopes for Trade Easing”, Bloomberg, https://www.bloomberg.com/news/articles/2022-12-22/fast-thawing-china-australia-ties-raise-hopes-for-trade-easing?leadSource=uverify%20wall, (Erişim Tarihi: 23.12.2022).