Donald Trump’ın 5 Kasım 2024 seçimlerini kazanıp tekrar Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı seçilmesi uluslararası alanda pek çok belirsizliği beraberinde getirmiştir. İlk başkanlık döneminde “Önce Amerika” politikasıyla küresel sistemin alışılmış normlarını zorlayan ve geleneksel müttefiklik ilişkilerini sarsan Trump, bu kez uluslararası toplum tarafından hem ekonomik hem de siyasi alanda büyük bir dönüşümün habercisi olarak değerlendirilmektedir. Uluslararası toplumun böyle bir beklenti içinde olması sadece Trump’ın yeniden başkanlık koltuğuna oturmasından değil, ilk döneminde uyguladığı politikaların etkilerinden ve seçim kampanyasında dile getirdiği yeni vaatlerin bu etkileri daha da pekiştireceği endişesinden kaynaklanmaktadır. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki icraatlarına bakıldığında, uluslararası ilişkilerde ve iç politikada geniş çaplı etkiler yaratan bir dizi kararlar aldığı görülmektedir:
- Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı almıştır. Trump’ın bu adımı, ABD’nin küresel çevresel liderlik rolünü sorgulattığı gibi çevre koruma konusunda uluslararası işbirliğini zora sokmuştur.
- Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nü (NATO) eleştirerek Avrupa müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmiştir.
- 2015 yılında İran’la imzalanan nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilerek Tahran’a karşı sert yaptırımların yeniden uygulanmasına karar vermiştir. Bu karar Ortadoğu’da yeni gerilimlere neden olmuştur.
- Çin’e karşı ticaret savaşları başlatmış ve bu doğrultuda söz konusu ülkeye yüksek gümrük tarifeleri uygulamaya başlamıştır.
- İsrail’e büyük destek vermiştir. Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan eden kararı imzalayarak ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşımıştır. Trump’ın bu kararına başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere uluslararası kamuoyu büyük tepki göstermiştir.
- ABD’yi Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’ndan çekerek küresel serbest ticaret anlaşmalarına karşı bir duruş sergilemiştir. Ayrıca Dünya Ticaret Örgütü’nü eleştirerek bu kuruluşun reforme edilmesini talep etmiştir.
- Orta Doğu’daki askeri varlıklarını çekme karar almıştır. Fakat Trump’ın bu kararı, Avrupa’da İngiltere ve Fransa gibi müttefikleriyle ilişkilerinde gerilim yaşanmasına neden olmuştur.
- Meksika sınırına duvar inşa edilmesini savunmuş ve göçmen karşıtı sert politikalar uygulamaya başlamıştır.
- Çok taraflı diplomatik yaklaşımlardan ziyade tek taraflı eylemleri tercih etmiştir.
Trump’ın 2024 seçim sürecinde yürüttüğü kampanya, önceki başkanlık döneminde uyguladığı politikalara dayalı olarak bir dizi vaatler içermektedir. Uluslararası toplumun nezdinde bu vaatler, Trump’ın ikinci başkanlık dönemindeki politikalarının devamı ve derinleştirilmesi olarak yorumlanmaktadır. Seçim propagandasında Trump, Rusya-Ukrayna Savaşı ile İsrail-Filistin Savaşı’nı hızla sonlandırabileceğini belirtmiş, bu iki küresel krizin çözülmesinin öncelikli hedeflerinden biri olduğunu savunmuştur. Bu vaat, Trump’ın dış politika yaklaşımının önceki dönemle tutarlı olduğunu ve çatışmaların daha doğrudan müdahaleyle çözülmesi gerektiğine dair görüşünü yansıtmaktadır. Ayrıca NATO’yu eleştiren Trump, ittifakın üyelerinin savunma harcamalarını adil bir şekilde karşılamadığını öne sürerek müttefiklerin kendi paylarını ödemeleri gerektiğini vurgulamıştır. Bu yaklaşım, Trump’ın çok taraflı güvenlik anlaşmalarına yönelik eleştirel tutumunun bir yansımasıdır ve NATO’nun mevcut yapısındaki dengesizlikleri düzelten bir politika önerisi olarak öne çıkmaktadır.
Trump’ın seçim propagandasında yer alan bir diğer önemli vaat, gümrük vergilerinin artırılmasına yöneliktir. Özellikle otomobil sektöründe gümrük vergilerinin yüzde 200 oranında artırılacağına dair verdiği söz, ABD’nin ticaret politikalarındaki korumacılık yaklaşımını güçlendirme hedefini ortaya koymaktadır. Bu, Trump’ın küresel ticaretin yeniden şekillendirilmesi gerektiği görüşünü savunduğu, önceki dönemle paralel bir yaklaşımdır. Bir diğer vaadi ise ilk başkanlık döneminde başlattığı göç politikalarının yeniden uygulanmaya konmasıdır. Bu bağlamda Trump, yasa dışı göçmen girişlerini engellemeye yönelik katı politikaların tekrar devreye alınacağına dair vaatlerde bulunmuş ve seçim sürecinde ABD’ye göçmen alımını kısıtlamaya yönelik kapsamlı düzenlemeler yapmayı planladığını savunmuştur. Bu tutum, Trump’ın iç güvenlik konusundaki sert politikalarını ve göçmen karşıtı söylemini devam ettireceği yönündeki beklentileri pekiştirmektedir. Trump’ın ikinci başkanlık dönemi için ortaya koyduğu bu vaatler, başkanlığının ilk döneminde belirlediği politikaların bir uzantısı olup küresel ve iç politika düzeyinde derinlemesine bir değişim ve dönüşüm vaat etmektedir. Bu vaatler, Trump’ın daha izolasyonist ve korumacı bir dış politika izleyeceği, uluslararası ittifaklar konusunda daha seçici olacağı ve iç politikalarda sert güvenlik önlemleri alacağı yönündeki stratejik yönelimlerini yansıtmaktadır.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde benimsediği “Önce Amerika” yaklaşımı, ABD’nin uluslararası krizlerdeki geleneksel liderlik rolüne yönelik eleştiriler getirmiş ve bu rolü yeniden tanımlamaya yönelik bir perspektif geliştirmiştir. Söz konusu politikayla ABD’nin küresel güvenlik yükünü büyük ölçüde üstlenmesi gerektiği anlayışını reddederek müttefik ülkelerden daha fazla sorumluluk almalarını talep etmektedir. Bu yaklaşımla Trump, transatlantik güvenlik yapısında geleneksel işbirliği mekanizmalarını sorgulayan ve yeni bir güç paylaşımı modelini teşvik eden bir duruş sergilemiştir. Trump’ın bu politikalarını ikinci başkanlık döneminde de devam ettirmesi halinde Ukrayna Krizi’ne yönelik yaklaşımı, yalnızca bölgesel çatışmanın dinamiklerini değil, aynı zamanda Avrupa’nın güvenlik mimarisini ve NATO’nun işleyişine ilişkin dengeleri köklü bir şekilde etkileyebilir. Trump’ın bu bağlamdaki politikaları, ABD’nin NATO ile ilişkilerindeki öncelikleri, Avrupa’nın savunma kapasitesine yönelik yükümlülükleri ve uluslararası kriz yönetiminde liderlik anlayışını yeniden şekillendirecek bir potansiyele sahip olduğu değerlendirilmektedir. Böyle bir dönemde Trump’ın liderlik tarzı, ABD’nin transatlantik ittifak içindeki rolünü yeniden tanımlayarak uluslararası sistemde yapısal değişimlere yol açması oldukça yüksek görünmektedir.
Donald Trump, ilk başkanlık dönemi boyunca ABD’nin küresel çatışmalardaki müdahaleci politikalarına yönelik eleştirilerini sıkça dile getirmiştir. Bu bağlamda ABD’nin Afganistan’dan çekilme planları, Suriye’deki sınırlı askeri operasyonlar ve NATO müttefiklerine yönelik sert eleştirileri, Washington’un küresel güvenlik yükünü hafifletme çabalarının somut örnekleri olarak değerlendirilebilir. Bu yaklaşım, Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında değerlendirildiğinde, Trump’ın ABD’nin doğrudan liderliğini azaltarak çatışmanın çözümüne yönelik sorumluluğun Avrupa ülkeleri tarafından üstlenilmesini talep etmesi olası bir senaryo olarak ortaya çıkmaktadır. Trump’ın NATO müttefiklerine yönelik eleştirileri, özellikle savunma harcamalarının yetersizliği konusundaki ısrarı, Avrupa’nın Ukrayna’ya yönelik daha fazla mali ve askeri yükümlülük üstlenmesi gerektiği düşüncesini pekiştirmektedir. Bu durum, Trump’ın başkanlık döneminde Ukrayna’ya sağlanan ABD yardımlarını sınırlandırması veya tamamen kesmesi gibi bir politika benimseme ihtimalini gündeme getirmektedir. Böyle bir strateji, Avrupa ülkelerini daha güçlü bir liderlik pozisyonu almaya zorlayarak Ukrayna Krizi’nin Avrupa ile Rusya arasında bölgesel bir hesaplaşmaya dönüşmesine neden olabilir. Trump’ın böyle bir politika benimsemesi, transatlantik ilişkilerde yeni gerilimler yaratırken, aynı zamanda ABD’nin küresel liderlik rolünü yeniden tanımlayarak yapısal değişikliklere zemin hazırlayabilir.
Trump’ın geçmişteki Rusya politikaları ve Putin’le olan ilişkileri, Ukrayna Krizi’nin uluslararası boyutları üzerinde derin etkiler yaratabilir. Trump’ın Putin’e karşı izlediği yumuşak üslup, sadece ABD iç siyasetinde değil, dünya çapında da büyük tartışmalara yol açmıştır. Bu durum, Trump’ın Ukrayna Krizi’ne ilişkin yaklaşımının daha karmaşık bir hal alabileceğini ve mevcut küresel dinamikleri yeniden şekillendirebileceğini göstermektedir. Özellikle Trump’ın, Putin ile geliştirdiği kişisel ilişkilere vurgu yapması ve Rusya’nın agresif politikalarına karşı yeterince sert bir duruş sergilememesi, uluslararası toplum tarafından ABD’nin Rusya’ya yönelik geleneksel stratejik yaklaşımından uzaklaşması olarak yorumlanmaktadır.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde Ukrayna Krizi’ne dair daha çekimser bir politika izlemesi muhtemel görünmektedir. Böyle bir yaklaşım, ABD’nin çatışmaya doğrudan müdahil olmaktan kaçındığı ve yükün büyük ölçüde Avrupa ülkelerine devredildiği bir senaryoyu beraberinde getirebilir. Ancak bu durum, transatlantik ittifakın devamlılığı ve Avrupa’nın güvenliğine ilişkin ciddi soruları ortaya çıkartabilir. ABD’nin liderlik rolünden geri çekilmesi, Avrupa’yı Rusya’ya karşı daha yalnız bir pozisyona düşürebilir ve bu durum, Avrupa ülkelerinin krizle mücadelede bağımsız bir strateji izlemelerini gerektirebilir. Bu ise Avrupa’nın Rusya karşısında daha fazla izole olması anlamına gelir ve Avrupalı ülkelerin Rusya’ya karşı daha bağımsız bir yol izlemelerini gerektirebilir. Bu da NATO’nun birliği ve etkinliği üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir.
Böyle bir senaryoda Rusya’nın stratejik hesaplamaları da dikkatle değerlendirilmelidir. ABD’nin geri çekildiği ve Avrupa’nın daha yalnız kaldığı bir ortamda, Moskova’nın Avrupa’yı daha zayıf bir tehdit olarak algılaması muhtemeldir. Bu algı, Rusya’nın Ukrayna’daki saldırgan politikalarını sürdürme veya genişletme konusunda daha cesur adımlar atmasına yol açabilir. Dolayısıyla Trump’ın Ukrayna Krizi’ne ilişkin olası politikaları, yalnızca transatlantik ilişkilerin geleceği ve Avrupa’nın güvenlik düzenlemeleri açısından değil, aynı zamanda Rusya’nın bölgesel stratejik hedefleri bağlamında da derin ve uzun vadeli etkiler yaratabilir.
Trump’ın enerji politikaları, Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında stratejik öneme sahiptir. Trump, ilk başkanlık döneminde enerji üretiminde kendi kendine yeterli olmayı stratejisini benimsemiş ve ABD’nin enerji bağımsızlığını bir ulusal güvenlik konusu olarak ele almıştır. Bu doğrultuda enerji üretimini artırmaya yönelik çeşitli politikalar izlemiştir. Bu politikalar, ABD’nin küresel enerji pazarındaki konumunu güçlendirirken, Avrupa’nın enerji güvenliğine alternatif kaynak sağlama potansiyeli taşımıştır. Ancak Trump’ın bu stratejisi, Avrupa ülkelere mali yük getireceği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Ukrayna Krizi bağlamında Trump’ın enerji politikalarının Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmaya yönelik çabaları desteklemesi muhtemeldir. Özellikle sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ihracatını artırarak Avrupa’ya enerji sağlamayı teşvik etmesi beklenebilir. Ancak bu süreçte Avrupa ülkelerinden daha büyük ekonomik katkı talep etmesi, transatlantik ilişkilerde gerginlik yaratabilir. Böyle bir durumda Avrupa ülkeleri, enerji maliyetleri ve Ukrayna Krizi’ne yönelik stratejik liderlik açısından zayıf bir konuma düşebilir. Bu durum, Avrupa’nın enerji krizlerine karşı kırılganlığını artırırken, aynı zamanda ABD’nin Avrupa üzerindeki etkisini yeniden şekillendirebilir. Trump’ın enerji politikaları, yalnızca ekonomik boyutlarıyla değil, aynı zamanda uluslararası güvenlik ve transatlantik dayanışma açısından da önemli sonuçlar doğurabilir.
Bir diğer önemli konu ise ABD’nin Rusya-Ukrayna Savaşı’ndaki liderlik rolünün azalmasıyla birlikte transatlantik ilişkilerinin dinamiklerinin önemli bir şekilde değişmesi olasılığıdır. Özellikle Trump’ın NATO müttefiklerine yönelik eleştirileri ve ittifak içindeki savunma harcamalarına dair talepleri, NATO’nun varlığının sorgulanmasına yönelik tartışmalara neden olabilir. Bu durum, Avrupa ülkelerini kendi savunma kapasitelerini artırmaya ve bağımsız bir strateji geliştirmelerine neden olacaktır. Ayrıca Avrupa ülkelerinin Rusya’yla yaşanan güvenlik krizine karşı tek başına savunma yapabilme kapasitesini artırmaları gerekecektir ki bu da Avrupa Ordusu tartışmalarını yeniden gündeme getirecektir. Ancak bu çabalar, Avrupa içinde kaynakların paylaşımı ve siyasi uzlaşı sağlanması noktasında yeni gerilimler yaratabilir. Trump’ın politikalarının etkisiyle Avrupa ülkelerinin Ukrayna Krizi’ne yönelik ortak bir strateji oluşturması daha zor hale gelebilir. Bu, özellikle güvenlik ve savunma politikaları alanında daha derin görüş ayrılıklarına yol açabilir ve Avrupa’nın ortak savunma gücü oluşturma sürecini zorlaştırabilir.
Avrupa Ordusu’nun kurulması, AB üyeleri arasında savunma işbirliğini artırmayı amaçlasa da farklı askeri kapasiteler ve siyasi öncelikler, bu sürecin önündeki engelleri büyütebilir. Aslında Trump’ın transatlantik ittifaka yönelik politikaları birtakım sorunları ortaya çıkartmış olsa da bu politikalar aynı zamanda Avrupalı ülkelere savunma kapasitelerini geliştirme ve savunma entegrasyonunu güçlendirme hususunda kendilerini test etme fırsatı sunmaktadır. Ancak ortak savunma kapsamında oluşturulması planlanan Avrupa Ordusu’nun yönetiminin kimin kontrolünde olacağı konusundaki belirsizlik, popülizmin etkili olduğu üye ülkeler arasında kaçınılmaz olarak tartışmalara yol açacaktır. Bu tartışmalar, Avrupa’da bölünmeleri derinleştirerek yeni krizlerin ortaya çıkmasına ve Rusya karşısında zayıf bir duruş sergilenmesine neden olabilir.
Sonuç olarak Trump’ın Ukrayna Savaşı’na yönelik olası politikaları, çatışmanın Avrupa ile Rusya arasında bölgesel bir hesaplaşmaya dönüşme riskini taşımaktadır. “America First” yaklaşımı çerçevesinde Trump, ABD’nin küresel liderlik rolünü sorgulamakta ve müttefiklerinden daha fazla sorumluluk almasını talep eden bir duruş sergilemektedir. Bu yaklaşım, Avrupalı ülkelerin Rusya-Ukrayna Savaşı’nda daha fazla sorumluluk almalarını teşvik ederken, aynı zamanda uluslararası güvenlik dengelerinde ciddi belirsizliklere neden olmaktadır. Avrupa ülkelerinin bu kriz karşısında göstereceği uyum ve işbirliği düzeyi, Batı ittifakının gelecekteki işleyişi ve dayanıklılığı açısından kritik öneme sahiptir. Trump’ın bu politikaları, yalnızca ABD’nin uluslararası pozisyonunu değil, aynı zamanda transatlantik ilişkilerinin temel yapısının yeniden şekillendirilmesi olarak yorumlanabilir.