John Herz tarafından 1950 yılında yazılan “Idealist Internationalism and the Security Dilemma” adlı makalede kullanılan “güvenlik ikilemi” kavramı, o tarihten sonra, özellikle de Soğuk Savaş döneminde güvenlik politikalarının şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Özetle diğer devletlerden kaynaklanacak bir tehdide karşı gücünü artıracak (silahlanacak) devletin, karşı tarafın da güvenliğini tehdit eder hale gelmesinden dolayı diğer aktörün de silahlanmasına sebep olacağını ve güvenliğini artırmaya çalışan aktörün aslında daha az güvende olacağını öne süren bu yaklaşım[1], Soğuk Savaş döneminde silahlanma, silahların kontrolü ve silahsızlanma çalışmalarında önemli yer tutmuştur.
Silahlanma yarışının temelinde de “güvenlik ikilemi” tartışması yatmaktadır. Nitekim Soğuk Savaş’ın tarafları arasındaki konvansiyonel ve özellikle de nükleer silahlanma çalışmaları bu çerçevede şekillenmiştir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) nükleer silahlarının yarattığı güvenlik endişesi, Sovyetler Birliği’ni de nükleer silah elde etmeye sevk etmiştir.
Sovyetler Birliği’nin kıtalararası balistik füze elde etmesi ve ABD topraklarını vurma kabiliyetine erişmesi, Washington yönetiminin de söz konusu ülkeyi vuracak füzeler üretmesine yol açarken; her iki taraf da topraklarını koruyacak füze savunma sistemleri konusunda silahlanma yarışına başlamıştır. Soğuk Savaş, Batı’da Bernard Brodie, Herman Kahn, Paul Nitze ve Thomas Schelling gibi bilim adamları ve siyasetçilerin geliştirdikleri nükleer stratejiler ve oyun teorileri çerçevesinde şekillenmiştir.
Küba Krizi ve insanlığın topyekûn bir nükleer savaş tehdidine yaklaşması, güvenlik ikileminin diğer bir boyutunun; yani silahlanma yerine karşılıklı tehdidin azaltılması konseptinin öne çıkmasına yol açmıştır. “Yumuşama Dönemi” olarak adlandırılan bu süreçte, silahlanma yerine silahların kontrolü ve silahsızlanma yoluyla işbirliğine dayalı güven artırma politikaları tercih edilmiş ve sonu gelmeyen silahlanma yarışında bir nebze duraksamaya girilmiştir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin küresel liderlik iddiaları çerçevesindeki hamleleri, Sovyetler Birliği’nin mirasını/enkazını devralan ve toparlanmaya çalışan Rusya’nın tepkisini çekse de askeri, ekonomik ve siyasi güç oranı göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu tepkiler, somut bir eyleme dönüşememiştir. Rusya’nın ilk döneminde etkili olan Atlantikçi kanat ile iktidarının ilk dönemlerinde gücünü muhafaza ve geliştirme ihtiyacı hisseden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’yla işbirliğini yeğlemiştir.
Bu süreçte ABD ile eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki kitle imha silahlarının yayılımının önlenmesine ilişkin işbirliğine gitmek, 1994 yılında Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) Barış için Ortaklık (BİO) programına dahil olmak ve Doğu Avrupa; hatta Baltık devletlerinin NATO ve Avrupa Birliği (AB) üyeliğini sağlayan genişlemesine ses çıkarmamak gibi, Batı’yla birlikteliğe yönelik önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde “işbirliğine dayalı güvenlik” öncelik olmuştur. Bahse konu olan durum, NATO’nun Stratejik Konsepti’ne de yansımış; ittifakın üç önemli görevinden biri “İşbirlikçi Güvenlik” olarak tanımlanmıştır.
11 Eylül 2001 tarihli terör saldırılarından sonra ABD’nin küresel hegemonyaya yönelik hamlelerini arttırması; varlığını Rusya’nın sınırlarına dayandırması ve Moskova yönetiminin güvenlik endişelerini göz ardı etmesi; Rusya’da ise Putin’in iktidarını ve Rus ekonomisini güçlendirmesi, tarafların güvenlik politikalarında yeni bir sürecin başlamasına yol açmıştır. Bu durum özellikle üç farklı sütun üzerinde gelişmiştir.
İlk sütun silahlanma yarışının yeniden başlamasıdır. ABD’nin 2002 yılında 1972 tarihli Füze Savunma Sistemi (ABM) Sözleşmesi’nden çekilmesi ve yeni bir Füze Savunma Sistemi teşkiline başlaması, NATO için radar sistemleri ve Kürecik’te bulunan Avrupa Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşım (EPAA) adı altında yeni bir füze savunma sistemi kurması, mevcut füze savunma sistemlerini aşacak hipersonik seyir füzesi çalışmaları yapması ve konvansiyonel silahlanma gibi görünse de bu silahlanma yarışının tamamen nükleer bir savaşın seyrini değiştirecek şekilde dizayn edilmesi, Rusya’nın güvenlik anlayışını değiştirmiştir.
Nitekim Rusya, hızlı bir silahlanma yarışı başlatmıştır. Putin, 8 Mart 2018 tarihinde nükleer silah taşıma kapasitesine sahip olan Rusya’nın yeni nesil silahlarını tanıtırken; silahlanma yarışının ABD’nin 2002 yılında ABM Sözleşmesi’nden çekilmesi sebebiyle başladığına vurgu yapmıştır.[2]
Diğer sütun nükleer silahlara ilişkin silahların kontrolü ve silahların azaltılması sözleşmelerinin birer birer yürürlükten kaldırılmasıdır. 1972 tarihli ABM Sözleşmesi’nden 2002 senesinde ABD’nin tek taraflı olarak çekilmesiyle başlayan bu süreç, 2007 yılında ABD’nin Avrupa’ya ve Rusya’nın batısına ağır silahlar konuşlandırılmasını yasaklayan Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’ndan çekilmesiyle devam etmiştir.
ABD, Rusya’nın Kaliningrad’a İskender füzesi konuşlandırdığını ve bu şekilde 1987 tarihli Orta Menzilli Nükleer Silahlar Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini öne sürerek 2018 yılında söz konusu sözleşmeden de çekilmiştir. Böylece her iki tarafın da bölgeye orta menzilli silahlar yerleştirmesine yönelik engeller ortadan kalkmıştır.
Halihazırda nükleer silaha sahip beş devletin nükleer statüsünü yasallaştıran, küresel ölçekteki 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılımının Önlenmesi (NPT) Sözleşmesi dışında, ABD ile Rusya arasında imzalanan ve stratejik nükleer silahların sayısını sınırlayan yalnızca New START Sözleşmesi kalmıştır. 2021 yılında beş yıllığına uzatılan sözleşmenin süresinin uzatılmasına Trump yönetimi, özellikle de dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un etkisiyle karşı çıkmıştır. Fakat sözleşme süresinin sona ermesine çok kısa bir süre kala Joe Biden yönetimi, görev süresinin ilk günlerinde bu anlaşmayı imzalamıştır.
New START Sözleşmesi, nükleer başlıkları ve bunları fırlatma vasıtalarının sayısını sınırlandırmaktadır. Fakat buna rağmen birden fazla harp başlığına sahip (MIRV) füze sistemlerinin hangi kategoriye girdiği veya konvansiyonel silah olarak geliştirilen ancak nükleer başlık monte edilmesiyle nükleer kategoriye girecek silahların New START Sözleşmesi çerçevesindeki rolü netleşmemiştir. Ayrıca ABD-Rusya hattındaki krizin bu çerçevede ilerlemesi durumunda, New START Sözleşmesi’nin 2026 yılında yürürlükten kalkması oldukça yüksek bir ihtimaldir. Yani nükleer silahlar konusunda silahlanma yarışı artarken, silahların kontrolünü ve silahsızlanmayı öngören sözleşmeler birer birer yürürlükten kalkmıştır.
Tüm bunlarla eş zamanlı olarak ABD, Rusya’nın kırmızı çizgisi şeklinde nitelendirdiği ülkelerde batı yanlısı iktidarları getirmek ve bu devletlerin batı yanlısı oluşumlarda yer almasını sağlamak için hamleler yapmıştır. “Renkli Devrimler” adı altında yürütülen bu mücadelede, 2003 yılında Gül Devrimi’yle Gürcistan’da, 2004 senesinde Turuncu Devrim’le de Ukrayna’da Batı yanlısı yönetimler iktidara gelmiştir.
2005 yılında Kırgızistan’daki Lale Devrimi ve 2006 senesinde Belarus’taki Kot Devrimi ise daha küçük çaplı ve başarısız devrimlerdir. Renkli devrimlerin Rusya’nın sınırlarını, özellikle de Baltık ülkelerini saymazsak eski Sovyetler Birliği topraklarını tehdit ederek Rusya’ya doğru ilerlemesi, Moskova yönetiminin tepkisinin sertleşmesine yol açmıştır.
Rus yetkililer renkli devrimleri yeni bir savaş metodu olarak nitelendirirken Rusya Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov, kendi adıyla anılan doktrinde bunu açık bir şekilde ortaya koymuştur.[3] NATO’nun 2008 Bükreş Zirvesi’nde Ukrayna ve Gürcistan’a üyelik umudu vermesi ise bardağı taşıran son damla olmuştur. Renkli devrimlerin bir sonraki hedefinin Rusya olacağını düşünen Moskova Yönetimi, 2008 yılında Gürcistan’a ve 2014 senesinde de Ukrayna’ya askeri müdahalede bulunmuştur.
Söz konusu müdahaleler vesilesiyle Kremlin yönetimi, ulusal güvenliği için Gürcistan ve Ukrayna’nın kırmızı çizgisi olduğunu, NATO’nun genişlemesinin Rusya’nın bekasını tehdit ettiğini ve bu tehdit çerçevesinde savaş dahil her türlü yönteme başvuracağını açıkça ortaya koymuştur. Ancak NATO’nun genişleme iştahı durmamış; hatta krizin ortasında Finlandiya ve İsveç’in üyelik süreci başlatılarak Rusya’ya karşı yeni bir hamle yapılmıştır. Rusya’nın bu hamlelerin siyasi ve askeri sonuçları olacağına yönelik tehdidi, ittifakı caydırmamıştır.
İlgili devletlerin üyelik sürecine ilişkin yürütülen süreç kapsamında 28 devlet ulusal onay aşamasını tamamlamıştır. Onay sürecini tamamlamayan iki devletten biri olan Macaristan, 2022 yılının Ekim ayı içerisinde konuyu parlamentosunda görüşmeyi planlamaktadır. İsveç ve Finlandiya’dan üyeliğe onay öncesinde çeşitli taleplerde bulunan Türkiye ise henüz bu ülkelerin üyeliğine yeşil ışık yakmamıştır.
Robert Jervis’in de belirttiği gibi, subjektif güvenliğin ikinci önemli boyutu tehdit durumudur. Kendisini tehdit altında hisseden devletler, daha güvende hisseden ülkeler göre, sert ve hızlı tedbirler alacaklardır.[4] Nitekim Rusya da 2008 yılında Gürcistan’a müdahale, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıma; 2014 yılında Ukrayna’ya müdahale, Kırım’ın ilhakı ve Donbass bölgesinde dondurulmuş çatışma bölgeleri yaratma konularında hiç tereddüt etmemiştir. Rus yetkililer, defalarca, NATO’nun genişlemesinin Rusya’nın ulusal güvenliğini tehdit etmesinden dolayı Ukrayna’nın işgal edildiğini ifade etmiştir.
En nihayetinde de Rusya, 2022 senesinin Şubat ayında Ukrayna’yı işgal etmiş ve Kiev yönetimine destek sağlayan ülkeleri “nükleer silah” kullanımıyla tehdit etmiştir. ABD Başkanı Biden’ın ifadesiyle dünya, 1962 Küba Krizi’nden bu yana nükleer bir savaşa ilk defa bu kadar yaklaşmıştır.[5] Ukrayna’ya çeşitli yollarla silah yardımı yapan devletler, savaşa dahil olmayı zaten düşünmemektedir. Fakat bu durum, Rusya’nın nükleer tehdidiyle birleşince konu, çok daha caydırıcı olmuştur.
Görüldüğü üzere, nükleer tehdit her geçen gün daha da tırmanmaktadır. Nitekim Rusya’nın İsveç ve Finlandiya sınırına nükleer birlik kaydırmasına karşılık olarak NATO tarafından nükleer silahların da dahil edildiği bir tatbikat yapılmasına karar verilmiştir.[6]
NATO’nun hamlelerinin yarattığı tehditlerden dolayı güvenlik tedbirlerini arttıran Rusya’nın oluşturduğu tehdit, NATO’nun güvenliğini tehdit eder hale gelmiş ve her zamanki gibi güvenlik ikilemi teorisi, bir kez daha kanıtlanmıştır. Rusya’nın güvenlik endişelerinin göz ardı edilmesi, dünyayı adım adım nükleer savaş tehdidine yaklaştırmıştır. Stephen Walt tarafından da vurgulandığı gibi, başta ABD olmak üzere farklı devletlerde görev alan siyasetçiler ya da akademisyenler, acaba uluslararası ilişkilerin en temel teorilerinden biri olan güvenlik ikilemi teorisini anlamamış olabilirler mi?[7]
[1] John Herz, “Idealist Internationalism and the Security Dilemma”, World Politics, 2(2), 1950, s. 157-180.
[2] “Presidental Address To The Federal Assembly”, Kremlin, http://en.kremlin.ru/events/president/news/56957, (Erişim Tarihi: 15.10.2022).
[3] Mehmet Seyfettin EROL, Şafak OĞUZ, “Hybrid Warfare Studies and Russia’s Example in Crimea”, Gazi Akademik Bakış, http://www.gaziakademikbakis.com/dosyalar/29cf42a5-a9ac-41a4-8f35-6e33e9dbbab0.pdf, (Erişim Tarihi: 07.10.2022).
[4] Robert Jervis, Cooperation under the Security Dilemma, World Politics, 30(2), 1978, s. 167-214
[5] “Biden Warns World Would Face ‘Armageddon’ If Putin Uses A Tactical Nuclear Weapon in Ukraine”, The Guardian, https://www.theguardian.com/us-news/2022/oct/07/biden-warns-world-would-face-armageddon-if-putin-uses-a-tactical-nuclear-weapon-in-ukraine, (Erişim Tarihi: 07.10.2022).
[6] “Putin’in Tehdidinden Sonra Çember Daralıyor… NATO Harekete Geçti: Rusya’ya Karşı Nükleer Tatbikat”, Hürriyet, https://www.hurriyet.com.tr/dunya/putinin-tehdidinden-sonra-cember-daraliyor-nato-harekete-gecti-rusyaya-karsi-nukleer-tatbikat-42153894, (Erişim Tarihi: 15.10.2022).
[7] “Does Anyone Still Understand The Security Dilemma”, Foreign Policy, https://foreignpolicy.com/2022/07/26/misperception-security-dilemma-ir-theory-russia-ukraine/, (Erişim Tarihi: 26.07.2022).