2013 yazında Filistin ve İsrail’in ABD’nin çabalarıyla müzakere masasına oturması, doğrudan görüşmelerde bulunması üç yıllık aradan sonra önemli bir gelişme idi. Nihaî statü konularının sonuçlandırılarak 29 Nisan 2014 itibariyle kapsamlı bir antlaşmaya ulaşılması hedeflenmekteydi. Fakat görüşmelerde ilerleme kaydedilememiştir. Süreç durma noktasına gelmiş; taraflar görüşme süresini uzatma ve işbirliği arayışlarında bulunmamıştır. Ramallah-Tel Aviv hattında yine gerginlik baş göstermiştir.
Gelinen tablo Oslo, Camp David görüşmelerinden farklı bir seyrin yaşandığını göstermektedir. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin öncülüğünde başlayan barış görüşmeleri sürecinin hem başında hem de süreç esnasında farklı gelişmeler cereyan etmiş; sürecin değişik şartlarda başlamasına ve devam etmesine neden olmuştur. Nisan 2014 sonu itibariyle 2013 yazından farklı bir tablo Filistin, İsrail ve barış görüşmeleri için ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda iki tarafın da görüşmelere önkoşullarla başlaması en fazla öne çıkan farklılıktır. Şartlar, görüşmeyi temellendiren anlaşmaya dâhil edilmiştir ve taraflar çıkarlarını korumaya önkoşullardan başlayacaklarını göstermişlerdir. Filistin; Filistinli mahkûmların salıverilmesini isterken karşılığında İsrail ise Filistin’den uluslararası antlaşmalara ve sözleşmelere katılma sürecini askıya almasını talep etmişti. Bu tip belirleyici ifadeler, süreci başlangıcından sınırlamıştır. Ayrıca çözülmeyi bekleyen Kudüs’ün statüsü ve güvenlik gibi sorunların yanına başka kriterler de eklenmiştir.
Önkoşulların yanında yeni taleplerin masaya konulmasıyla görüşmelerin asıl hedefinden yani nihaî statü sorunlarının çözüme kavuşturulmasından uzaklaşılmıştır. Netanyahu hükümeti, görüşmelere devam etmek için İsrail’in Yahudi devleti olarak tanınmasını talep etmiştir. Tel Aviv’in Oslo ve Camp David belgelerinde ve sonraki süreçlerde benzer talepte bulunmaması, barış antlaşması imzalayan Mısır ve Ürdün’den böyle bir tanınma istememesi İsrail’in barış görüşmelerine dair algısının, siyasetinin ve hedefinin sorgulanmasına neden olmuştur.
İsrail’in talebi hem iç siyasetini hem de barış görüşmelerini hedef almaktadır. Mahkûmların serbest bırakılması gibi şimdi ve gelecekte “verilecek tavizlerle” ilintili olduğu düşünülmektedir. Görüşmelere başlarken Tel Aviv’in Filistinli mahkûmların son grubunu süreç içerisinde serbest bırakma yükümlülüğünü üstlenmesine rağmen bu adımı atmamasında çeşitli nedenler bulunmaktadır. İsrail kamuoyunun bazı kesimlerinin muhalefeti Netanyahu hükümetinin farklı adım atmasına sebebiyet vermiş olabilir. Tarihi erteleyerek, Yahudi devleti olarak tanınma koşulunu getirerek mahkûmların serbest bırakılması karşılığında elini kuvvetlendirmek istemiş olabilir. Bu koşula rağmen İsrail’in işgal edilmiş Filistin topraklarında yeni Yahudi yerleşimlerinin inşasına izin vermeye devam etmesi İsrail kamuoyunu, kabinedeki kimi bakanları ve koalisyondaki ortaklarını tatmin ederken barış sürecini zora sokmakta ve Abbas yönetimi üzerindeki baskıyı arttırmaktadır.
Yahudi niteliğinin tanınması barış görüşmelerinin yapısına ters olup süreci olumsuz yönde etkilemek farklı bir çözüm yaklaşımının ortaya atılmaya çalıştığını göstermektedir. Böyle bir tanımanın, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarının ana yaklaşımı olan “barış için toprak” ilkesinin yanında Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını da büyük anlamda tehlikeye sokacağı düşünülmektedir. Mültecilerin dönüşü İsrail’deki demografik yapıyı ve sonrasında siyasi, kültürel ve ekonomik yapıyı bozma ihtimalini barındırmaktadır. Tel Aviv’in böyle bir talebi gündeme alıp iç ve dış kamuoyu ile paylaşarak algı sürecini başlatmayı hedeflediği ifade edilebilinir.
Filistin Otoritesi (FO) ise İsrail’in attığı adımlar karşısında 2013 yazı anlaşması dışına çıkarak tepkisini göstermiştir. Mahkûmların belirlenen tarih olan 29 Mart’ta serbest bırakılmaması üzerine uluslararası antlaşmalara ve sözleşmelere taraf olmayı seçmiştir. Tel Aviv’in ve Obama yönetiminin karşı çıktığı bu adım “Filistin devletinin” veya mevcut idari yapısının uluslararası hukuka başvurarak kurumsallaşma girişimi olarak yorumlanabilinir. Öte yandan El-Fetih lideri ve FO başkanı Mahmud Abbas’ın önündeki listede 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin ve Ek Protokolleri’nin olması Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) bir kozu olarak değerlendirilmektedir. Savaş, işgal rejimi ve insan hakları konularının kapsamında bulunduğu bu uluslararası metinler ile İsrail köşeye sıkıştırılmak ve görüşmede Filistin’in elini güçlendirmek amaçlanmıştır.
İsrail-Filistin barış görüşmeleri gergin ve önkoşulların çizdiği bir ortamda ilerlerken El-Fetih ve Hamas arasında uzlaşma anlaşması imzalanmıştır. Ramallah’ın Tel Aviv’e resti olarak yorumlanabilecek bu gelişme sonrasında da-29 Nisan gelmeden-İsrail, tek taraflı olarak görüşmeleri durdurma kararı almıştır. Filistin uzlaşması barış görüşmelerinden ziyade; seçimlerin düzenlenmesi ve Filistin Yasama Konseyi’nin yeniden faaliyete geçirilmesi gibi etmenlerden anlaşılacağı üzere Filistin iç siyasetine yöneliktir. 5 hafta içerisinde birlik hükümeti kurulacak, 6 aylık bir dönem içerisinde de genel ve devlet başkanlığı seçimleri düzenlenecektir.
Bu gelişme Filistin iç siyaseti ve barış süreci için farklı sonuçlar doğurmuştur. İsrail’in masadan kalkması, Hamas’ın şu ana kadar barış sürecine ve İsrail’e yönelik siyasetinde değişikliğe gitmemesi barışın nasıl sağlanacağını ve sonrasında nasıl korunacağını düşündürtmektedir. Abbas’ın konu ile açıklamaları cevap niteliği taşımaktadır. El-Fetih lideri ve FO başkanı, barış görüşmelerini FKÖ’nün yürütmeye devam edeceğinin altını çizmiştir. Hükümetin nihaî kararlarının da kendisi tarafından alınacağını vurgulayarak Washington ve Tel Aviv’in barış sürecine yönelik endişelerini ve Filistin uzlaşmasına dair eleştirilerini gidermeye çalışmıştır.
Sonuç olarak, görüşmelerin “barış için toprak” prensibinden farklı bir anlayışla mı sürdürüleceği, barış görüşmelerinde bir paradigma değişikliğinin mi hedeflendiği merak edilmektedir. 1967 sınırlarına geri dönüş, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi müzakerelerin ana çerçevesinden dışarıya çıkılmaya çalışıldığı düşünülmektedir.
Bu son, ayrıca, “barış görüşmesi denemesi” çözüme dair yaklaşımın yeniden değiştiğini gözler önüne sermektedir. İlk önce güven arttırıcı önlemlerin benimsenmesi veya zaman çizelgesine göre ilerlenmesinin yerine yine nihaî konularla görüşmelere başlanma kararı alınmıştır. Beli başlı müzakere konularına yeni yeni önkoşullar eklenmiş fakat çözüm sağlamada başarılı olunamamıştır. Bu bağlamda Oslo’nun başarılı olduğu savından hareket edilirse 1993’ten bugüne gelen süreçteki denemeler, yeni bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini göstermektedir.
Önkoşulların süreci zorlaştırdığı evvelinden bilinmesine rağmen taraflar ancak bu şartların Obama yönetimince dinlenmesiyle masaya oturabilmiştir. Ayrıca ön şartlar veya önkoşullar ana konuların önüne geçmiştir. Tarafların birbirlerinin önkoşullarının kabul etmemesi yanında farklı değerlendirmesi de süreci durma noktasına getirmiştir. Örneğin Tel Aviv yönetimi, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesini ve Yahudi yerleşimlerinin durdurulmasını önkoşul olarak değil; müzakere konuları olarak değerlendirmiştir. Bu yüzden tarafların anlaşmaya varamaması normal olarak karşılanmıştır.
İsrail’in FKÖ-Hamas yakınlaşmasını eleştireceği, FKÖ’den taviz koparmak için kullanabileceği düşünmektedir. Ayrıca Yahudi devleti olarak tanınma talebini de gündeme getirmeye devam edebilir. Filistin de Cenevre Sözleşmeleri, Hamas ile uzlaşma gibi araçlarla uluslararası alanda ve Filistin siyasetinde elini güçlendirmek isteyebilir. Bunların yanında mahkûmların serbest bırakılması talebi ve Yahudi yerleşimleri inşası restleşme konuları olmaya devam edebilir. Bu ortamda Filistin’in sui generis niteliğini korumayı sürdürecektir.