19 Mayıs 2017 tarihinde İran’da gerçekleşen cumhurbaşkanı seçimleri Hasan Ruhani’nin ikinci dönem için cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu durum İslam rejiminin meşruluğunun güçlenmesi olarak değerlendirilmektedir.
İlk olarak bu seçimlerin çok gergin geçtiğinin altı çizilmesi gerekmektedir. Seçimlere beş ay kala ılımlı reformcuların babası Haşimi Rafsancani’nin vefatıyla Ruhani’nin elinin zayıfladığı düşünülmüştür. Üstelik seçimlere iki ay kala Hamaney’in Ruhani’yi eleştirmesi artık Ruhani döneminin sonunun yaklaştığının bir sinyali olarak görülmüştür. Bununla birlikte, ABD’de Ruhani’nin başarısı olarak değerlendirilen nükleer müzakerelerin olumlu sonucunu kabul etmeyen ve İran’ı hedef alan Cumhuriyetçi Donald Trump’ın Başkan olarak seçilmesi İran’daki Ruhani karşıtı muhafazakârların elini güçlendirmiştir.
11 Eylül saldırısından sonra İran’ı şer eksenine yerleştiren oğul Bush’a karşı İran’ın Ahmedinejad’ı çıkarması gibi, Trump’a karşı yumuşak dilli Ruhani’nin yerine sert söylemli İbrahim Reisi’yi çıkarması ihtimaller dâhilinde olmuştur. Ancak, seçim öncesinde Hamaney tarafından aday olmaması yönünde uyarılan Ahmedinejad’ın bu uyarıya rağmen adaylığını koyması -ki zaten Anayasa Koruma Konseyi yani Hamaney tarafından reddedildi- muhafazakâr kanattaki çatlağın sinyallerini vermiştir. Bu süreç, İran siyasetindeki; dini rehberin dokunulmaz, sorgulanmaz konumunun artık sorgulanabilir duruma geldiğinin göstergesidir. Başka bir deyişle, Rehber’in siyaset üzeri yarı kutsal konumu sadece reformcu ılımlı kanattan değil, aynı zamanda muhafazakâr kanat tarafından da sorgulanmakta olduğunu göstermektedir. Sonuç itibarıyla bu durum Hamaney döneminin sonuna yaklaşmakta olduğunu kanıtlamaktadır.
Bu bağlamda muhafazakârların adayı İbrahim Reisi aynı zamanda Hamaney sonrası Rehber olarak da görülmektedir. Acımasızlığıyla bilinen Reisi’nin yeni Dini Rehber olarak rejimin gevşemiş çivilerini yeniden sağlamlaştırması ve düzeni sağlaması beklenmektedir. Cumhurbaşkanı seçimleri esnasında Hamaney, Reisi’yi açıkça desteklememiştir. Ancak Hamaney’in Ruhani’yi eleştirmesi onun Reisi’yi destelediği olarak algılanmıştır. Geleneksel olarak Hamaney muhafazakarlarla ılımlılar arasındaki hakem rolünü oynamaktaydı. Ancak bu sefer bu sorumluluğunu hafifletmek için daha pasif bir hakemlik rolü üstlenmiştir. Dolayısıyla seçimlere katılımın yüksek olması için çağrıda bulunmuştur. Çünkü katılım oranı ne kadar yüksek olsa ve seçimleri kazananın oyu ne kadar fazla olursa, Hamaney’in hakemlik rolü o kadar hafifleyecekti. Bu bağlamda hapisteki mahkûmların da oy kullanmalarına izin verilmesi de önemli bir konudur. Nitekim, hapishanelerdeki insanların kısmen rejim karşıtı olduğu düşünülürse, oylarının Ruhani’ye gideceği çok açıktır. Ayrıca Hamaney, muhafazakârların hırslı tutumunun 2009 yılında olduğu gibi günümüzde de İran’ı toplumsal patlamaya götüreceğinden korkmuştur. Bu sebeplerden dolayı seçimler hem rejimin istikrarı hem İran’ın güvenliği açısından önemli hale gelmiştir.
Seçimlerle ilgili olarak Hamaney’in açıklamalarında gündeme taşıdığı konu “dini demokrasi”dir. Bu kavramı Hamaney şöyle açıklamaktadır:
“İslam Cumhuriyeti, dini bir demokrasi sistemidir. Dini demokrasi şu hakikate dayanmaktadır ki, bir nizam ilahi hidayet ve halk iradesine dayanılarak idare edilmelidir. Dünyadaki diğer siyasal sistemlerin sorunu şudur: Ya onlar ilahi hidayetten yoksundurlar, tıpkı Batı’daki sözde demokrasilerde olduğu gibi görünüşte halk iradesi bulunmaktadır, ancak orada ilahi hidayet söz konusu değildir. Ya, ilahi hidayete sahip olan ya da olduklarını iddia eden ve fakat halk iradesine dayanmayan sistemler… Ya da bunların hiçbirinin söz konusu olmadığı düzenler. Ülkelerin çoğunluğu şu anda böyledir. Ne halk, memleket meselelerinde söz sahibidir ne de ilahi hidayet söz konusudur.”
Bu açıklamadan anlayacağımız, İslam rejimini kuranlar rejimin ayakta kalması için meşruluğun devam etmesi gerektiğinin farkındadırlar. Bu meşruluğun sağlamlaştırılması için en önemli araç da seçimlerdir. Hamaney bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmektedir:
“Bugün ülkedeki yetkililerin ahlak ve davranış biçimlerini düzeltebileceğimiz en iyi araç ve kriter dini demokrasidir. Bu alandaki en önemli yapıtaşı halkın reyi (oyu) ve halkın sistemi belirlemesidir; halkın doğrudan ya da dolaylı olarak toplumu idare eden yöneticileri seçmesidir. Konunun ikinci can alıcı noktası da halkın bu seçimi gerçekleştirmesinden sonra sorumluların halk karşısında hakiki ve ciddi görevler yüklenmesidir. Demokrasi, yalnızca insanın propaganda ve sansasyonlarla kitleleri kendi lehine sandık başına sürüklemesi ve daha sonra da halkla ilgilenmemesi demek değildir. İlk yarı olan seçimlerden sonra daha da önemli olan ikinci yarı, yani cevap verme aşaması gelip dayanır. Demokrasinin bir başka özelliği de ifrat ve tefritten kaçınılması ve adaletin halka hizmet için geniş bir düzeyde hâkim kılınmasıdır. Yani seçilenler halkla temas halinde olmalı, onların çıkarlarını gözetmeli, kamu güvenini kazanmalı, halk kitlelerini hoşnut etmelidir.”
Bu söylemin ışığından baktığımızda, İran kendini Orta Doğu’nun en ‘demokratik’ ülkesi olarak tanımlamaktadır. Onun için rejim açısından seçimlerin rekabetle geçmesi ve seçimlere katılım oranının yüksek olması çok önemlidir. Özellikle seçim sonuçlarına göre ılımlı reformcuların kesin zaferi “Dini demokrasi” anlayışının işlediğini göstermektedir. Sonuçta rejim bu seçimler sayesinde kendini yenilemekte ve kan tazelemektedir.
Her ne kadar rejim, seçimleri İslam rejiminin zaferi olarak değerlendirse de aslında ılımlı reformcu seçmenler açısından baktığımızda başka bir tabloyla karşılaşmaktayız. İlk olarak, Ruhani’yi destekleyen %60 civarındaki seçmen tabanı ülkenin normalleşmesi, komşularıyla ilişki kurmasını ve özellikle insan hak ve özgürlüklerinin güçlenmesini istemektedir. Bu kesim rejime karşı hoşnutsuzluğunu Ruhani’yi desteklemekle ifade etmektedir. Bu kesimi oluşturanlar; genel olarak uluslararası piyasayla çalışmak isteyen İran’daki orta ve büyük şirketler, okumuş aydın kesim ve üniversite gençliğidir. Onun için bu kesimi İran’ın Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen gibi Orta Doğu ülkelerindeki etkinliği pek ilgilendirmemektedir.
Bunun tersine muhafazakarların tabanını dini hassasiyeti yüksek olan kırsal gölgelerin halkı, şehirdeki çarşı esnafı ve Devrim Muhafız Ordusu etrafındaki şirketler ve orada görev yapan askerlerin yakınları oluşturmaktadırlar. Ülkenin uluslararası piyasaya etkin olarak girmesi bu kesimin ekonomisine zarar vereceği için bu kesim İran’ın normalleşmesini istememektedir. Ayrıca, dini hassasiyetinden dolayı bu kesim Ruhani’nin ‘özgürlükçü’ tutumunu ‘yozlaşma’ olarak değerlendirmektedir. Dış politikada ise muhafazakârlar İran’ın Orta Doğu’daki etkinliğini İslam adına yapılan savaş olarak görmektedir. Aslında İran’ın Orta Doğu politikası ve İslam rejimi birbirini karşılıklı olarak beslemektedir. Başka bir ifadeyle, Devrim Muhafızları Ordusu yurtdışındaki operasyonları sayesinde kendi varlığını sürdürmektedir. Bununla bağlantılı olarak devrim de kendi canlılığını korumaktadır. Eğer İran’ın Orta Doğu’daki etkinliği olmazsa, devrim tükenir.
Sonuç olarak, İran İslam rejimi ‘Dini demokrasi’ söylemi ile ülkedeki muhalif düşünceleri kanalize etmeye çalışırken, Orta Doğu’daki etkinliği ile rejimin canlılığını korumaya çalışmaktadır. Bundan sonraki aşamada, rejim için sınav Hamaney sonrasında yeni rehberin seçimi konusu olacaktır. Rejim açısından seçimler esnasında hem iç kamuoyuna hem uluslararası kamuoyuna tanınmış olan Reisi’nin adaylığı uygun görülmektedir. Ancak cumhurbaşkanı olarak seçimi kaybeden insanın Dini Rehber olması, ona karşı oy veren ılımlı reformcu cephe tarafından ne kadar kabul edilir şimdilik öngörmek zordur. Sonuç itibarıyla bundan sonraki aşamada en önemli konu, artık kurumsallaşan ve gittikçe güçlenen reformcu ılımlı kanadı rejimin nasıl kontrol edeceği konusudur.