Covid-19 Salgınında ABD-Çin Yumuşak Güç Rekabeti

Paylaş

Salgın süreci, uluslararası siyasete dair kuramsal tartışmalardan biri açısından mühim örnekler sunmuştur. Bu tartışma, anarşik uluslararası sistemde devletlerin başlarının çaresine bakma eğilimine rağmen işbirliği için güçlü motivasyonlara sahip olup olmadıkları şeklindedir. Uluslararası ilişkilerin realist ve liberal yaklaşımları arasındaki bu tartışmada, pandeminin ilk günlerinde devletlerin verdikleri mesajlar realistleri haklı çıkaracak yöndedir.

Örneğin Çin, salgın ortaya çıktığında, virüsün insandan insana geçtiğini kabul etmemiş ve sorunu geçiştirmeyi tercih etmiştir. Aynı tarihlerde Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Donald Trump yönetimi virüsün tıpkı grip gibi önemsiz bir hastalık olduğunu savunmuştur. Salgın yayıldıkça ABD, Çin’i suçlamaya başlamış ve buna karşılık Çin de virüsün ABD gemileriyle taşınmış olabileceğini ileri sürmüştür. Yani her iki ülke de sorunla yüzleşmek ve gereken uluslararası işbirliği için adımlar atmak yerine, meseleyi önemsizmiş gibi göstermeyi ve birbirlerini suçlamayı tercih etmiştir. Fakat böylesine etkili küresel bir salgında, herhangi bir devletin tek başına alacağı önlemlerin yetersiz olduğu ve işbirliğinin gerektiği çok açıktır.

Meselenin ciddiyeti inkâr edilemez bir şekilde anlaşıldıktan sonra, iki ülke salgınla mücadelede taban tabana zıt iki yöntem benimsemiştir. Washington yönetiminin seçtiği yöntem, neredeyse hiçbir şey yapmamak şeklindedir. Bu süreç, ABD’de kamu sağlığı politikalarının ve sosyal hakların ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu da gözler önüne sermiştir. Bugün ABD, salgınla mücadelede en başarısız ülkeler arasındadır.

ABD’nin başarısızlığı uluslararası kurumsal düzeye de yansımıştır. Trump, Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) cephe almış ve ülkesinin bu örgüte verdiği fonları kesmiştir. ABD’nin sadece salgınla mücadelede değil; birçok küresel sorun karşısında uluslararası kurumsal mekanizmalara başvurma konusundaki isteksizliği Trump döneminde zirveye çıkmıştır. Hatta Trump’ın bazı kararları uluslararası kurumların altını oymayı amaçlamıştır. Bu şartlar altında ABD’nin küresel liderliğinin ne derece güvenilmez ve belirsiz olduğu bir kez daha anlaşılmıştır.

Çin ise salgını görece kısa bir sürede kontrol altına almayı başarmıştır. ABD, dünyayla işbirliğini reddederken; Çin, tüm dünyaya sağlık yardımları yaparak etkili bir kamu diplomasisi yürütmüştür. Böylece ABD-Çin rekabetine yeni bir boyut dahil olmuştur. Amerikan küresel liderliğinin zayıfladığı, Çin’in uluslararası toplumun kalbini kazanmaya çalıştığı bir yumuşak güç rekabeti ortaya çıkmıştır.

Çin’in yumuşak gücünde bazı sorunlar olduğu da ifade edilmelidir. Birincisi, salgınla mücadelede Pekin yönetiminin seçtiği model çok sıkı bir toplumsal kontrol gerektirmiş ve özgürlükler askıya alınmıştır. Bireysel hak ve özgürlükler bakımından Çin’in parlak bir performansa sahip olmadığı zaten bilinmektedir. Bu nedenle salgınla mücadelede, ABD’nin hiçbir şey yapmama modeli de Çin’in otoriter modeli de dünyanın geri kalanı için cazip modeller değildir. Bu ikisinin ortasında bir yol çok daha etkili olacaktır.

İkincisi, Joseph Nye’ın yumuşak güç tanımına başvuracak olursak, yumuşak gücün asıl aracı hükümet değildir. Yani en iyi propaganda, propaganda olmayandır. Oysa Çin’in yumuşak gücü çok büyük ölçüde hükümetin kamu diplomasisi uygulamalarından kaynaklanmaktadır ve propagandaya dayalı bu diplomasi her zaman güvenilir değildir. Çin’in propaganda faaliyetleri, salgından çok daha öncesine dayanan bir politikanın ürünüdür. Çin Devlet Başkanı Şi Jinping döneminde önem kazanan bu faaliyetler, aslında Batılı ülkelerin Çin’deki yönetim biçimine, toplumun yaşam koşullarına, insan hakları ihlallerine ilişkin söylemlerine bir yanıt olarak geliştirilmiştir. Salgın sürecinde yürütülen kamu diplomasisi de uluslararası işbirliği arayışından ziyade, ilk günlerde oluşan olumsuz imajın düzeltilmesi yönünde bir çabadır. Çünkü bu imaj, Çin’in küresel ekonomik çıkarlarını da olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. Dış ticarette Çin’e son derece bağımlı hale gelen Batılı ülkeler, böylesine önemli bir konuda Pekin yönetiminin şeffaf davranmamasını bir sorun olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda söz konusu devletler, ticaretteki bağımlılığın azaltılması ve ithalat kaynaklarının çeşitlendirilmesi gibi hedefleri ortaya koymuşlardır.

Üçüncü olarak Çin, dış politikasında askeri araçlara başvurmuyor olsa da bu durum yumuşak gücün etkin bir şekilde kullanıldığı anlamına gelmemektedir. Çin, genellikle ekonomik alanda havuç ve sopa stratejisine başvurmaktadır. Kuşkusuz bu stratejiyi yumuşak güç olarak tanımlamak çok zordur. Bütün bu nedenlerden ötürü Çin’in ABD’ye alternatif olabilecek bir küresel lider adayı olarak saygınlığı ve güvenilirliği yeterli düzeyde değildir. Kısacası yumuşak gücünü inşa etme noktasında Pekin’in halen kat etmesi gereken uzun bir yol vardır.

Salgın, ABD-Çin rekabetine yumuşak güç bağlamında yeni bir boyut eklemiştir. Yeni rekabet alanında Pekin yönetiminin daha başarılı olduğu algısı yaygındır. Fakat Çin’in kazanımlarının mutlak değil; göreli kazançlar olduğunun altı çizilmelidir. Çin’in başarısı, süreci iyi yönetmesinden çok ABD’nin bu süreci yönetememiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Bununla birlikte Çin’in elde ettiği bu avantaj son derece önemlidir. Son tahlilde hem salgınla mücadele anlamında hem de diğer birçok küresel sorun bağlamında hangi ülkenin daha başarılı olduğunu kimin suçlu olduğu belirlemeyecektir. Yani her iki ülkenin birbirine karşı suçlayıcı açıklamaları ve kendi hatalarını diğerlerine mal etmeye çalışmaları anlamlı değildir. Başarının asıl kriteri, bu gibi küresel sorunlar karşısında işbirliğine dayalı, uzun vadeli etkin çözümleri kimin önerdiği ve hayata geçirdiği olacaktır.

Meseleye bu açıdan bakıldığında, ABD’nin küresel liderliğinin sorun çözme becerisini her geçen gün yitirdiği görülmektedir. Hatta Trump, böyle bir liderliği arzu etmediğini, “Önce Amerika” söylemiyle açıkça dile getirmiştir. Trump sonrasında da Washington yönetiminin bu konuda çok farklı bir politikaya yöneleceğine dair güçlü belirtiler bulmak zordur.

Çin ise yumuşak gücünü propagandayla değil; kendi toplumuna özgürlükçü ve müreffeh bir yaşam sunarak ve dünya barışına katkı sağlayarak arttırabilir. Pekin’in küresel lider olarak konumlanabilmesinin yolu bu yöntemden geçmektedir. Ancak Çin’in bu yöndeki adımları halen çok küçük ve yavaş adımlardır.

Son olarak, karmaşık karşılıklı bağımlılığın böylesine arttığı ve politik ekonomide çok kutupluluğun güçlendiği bir dünya düzeninde küresel liderliğin şu ya da bu devletin inisiyatifine bırakılmasının en uygun çözüm olmadığı da belirtilmelidir. Küresel liderliğin ve sorumlulukların paylaşıldığı bir uluslararası düzen, küresel ölçekli sorunlar karşısında çok daha etkin bir yönetişim biçimi yaratacaktır.

Doç. Dr. Emre OZAN
Doç. Dr. Emre OZAN
Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2008 yılında tamamladı. Yüksek Lisans derecesini İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’ndan 2010 yılında, Doktora derecesini ise 2015 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalında aldı. 2011-2015 yılları arasında Gazi Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak görev yaptı. Ekim 2015’ten beri Kırklareli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak çalışmaya devam etmektedir. İlgi alanları güvenlik çalışmaları, Türk dış politikası, Türkiye’nin ulusal güvenlik politikaları ve uluslararası ilişkiler kuramlarıdır. Doç. Dr. Emre OZAN, iyi derecede İngilizce bilmektedir.

Benzer İçerikler