11 Eylül saldırıları sonrasında Afganistan’a müdahale eden ABD kısa bir süre sonra Irak’a da müdahale ederek amacının sadece misilleme olmadığını göstermiştir. Irak müdahalesiyle eş zamanlı olarak gündeme gelen Büyük Ortadoğu Projesi ise Ortadoğu’ya yönelik başlatılan girişimlerin terörle mücadeleden ibaret olmadığı, amacın tüm Orta Doğu coğrafyasını yeniden şekillendirmek olduğu anlaşılmıştır.
Irak’ın 2003’te işgalinden 2010’un son aylarında başlayan Arap Baharına kadar BOP’un hayata geçirilmesinde izlenen strateji ABD’yle işbirliği yapmaya hazır rejimlerin desteklenmesi ve bölgede ABD yanlısı rejimlerin artırılması şeklinde olmuştur. Yani ABD kendisiyle işbirliği yapan ya da uyumlu hareket edebilen rejimlerin iktidarda bulunması ile yetinmiştir. Orta Doğu’da onlarca yıldır işbaşında bulunan otoriter rejimlerle ABD’yle uyumlu oldukları sürece iktidarda kalmaları sorun yaratmamıştır. Bu açıdan ABD birçok ülkeyle (Mısır, Ürdün, Tunus, Suudi Arabistan vb.) uyumlu politikalar izlemiştir. Bu uyumun kurulamadığı ve tehdit olarak kabul edilen ülkelerin ya Irak’ta olduğu gibi askeri yöntemlerle rejim değişikliği hedeflenmiş ya da farklı yöntemler izlenmiştir. Örneğin Kaddafi gibi eski bir düşman bile ABD ile uzlaşma aradığında olumlu karşılık bulmuştur. Bir diğer örnekte ise Türkiye’nin Suriye ile kurduğu yakın ilişkiler bu ülkeyi ABD ile uzlaştırabilecek olumlu bir gelişme olarak algılanmış, Suriye de bir tehdit olmaktan çıkmıştır.
Bu yaklaşımın bölgenin kendi dinamiklerini ihmal ettiği ortaya çıkmıştır. Arap Baharı bu durumu gözler önüne sermiştir. Ortadoğu’daki rejimlerin kendi ülkelerini yönetme kabiliyetlerini yitirdikleri, halkın taleplerini karşılama ve merkezkaç kuvvetleri dengeleme noktasında yetersiz kaldıkları anlaşılmıştır. Dolayısıyla Arap Baharı ABD’nin bölgedeki politikalarının işlemez hale geldiğini göstermiştir. ABD Ortadoğu’ya yönelik tasavvurunu yeni baştan oluşturma ihtiyacı duymuştur. Bu noktada ABD BOP’ta bir revizyona gitmiştir. Ancak bu revizyon BOP’ta oluşturulmak istenen Orta Doğu tasavvurunun güncellenmesi değil bu amaca ulaşmakta kullanılan stratejinin güncellenmesi şeklinde olmuştur. Yeni Orta Doğu Suriye ve Irak merkezli etnik ve mezhepsel çatışmalar ekseninde şekillendirilmek istenmektedir. Bir başka deyişle vekaleten savaşlar yoluyla Orta Doğu’ya yeni bir şekil verilmek istenmektedir.
Suriye’de süren vekaleten savaşın en önemli sonucu merkezi otoritenin zayıflaması ve merkezkaç kuvvetlerin siyasetin odağına yerleşmesi olmuştur. Artık Suriye birçok merkezkaç gücün savaştığı ve bunların her birinin arkasında bir uluslararası/bölgesel gücün bulunduğu bir savaş alanıdır. Başka bir deyişle devlet dışı aktörler ön plana çıkmış ve ulus-devletlerin meşruiyetleri zayıflamıştır. Benzer şeyleri Irak için de söylemek mümkündür. Irak’taki durumu iç savaş olarak tanımlayamasak da ülkenin fiilen bölünmüşlüğü ve DAEŞ’in ülkedeki etkinliği bunu göstermektedir.
Vekaleten savaş devletler arasındaki sınırların anlamını önemsizleştirmiştir. Bu durum hem bölgenin ortak sorunları açısından anlamlıdır hem de körüklenen etnik ve mezhepsel ayrışmaların devlet sınırları ile örtüşmemesi bağlamında anlamlıdır. Sayılan gelişmeler Orta Doğu haritasının yeniden şekillenmesi arayışlarını güçlendirmektedir. Bu noktada uluslararası ve bölgesel aktörler sahadaki bir aktöre dayanarak vekalet savaşına dahil olmakta ve sınırların yeniden şekillenmesi sürecinde etkili olmaya çalışmaktadır.
Aktörlerin pozisyonlarına baktığımızda ABD’nin Suriye’de Kürtlerle yakın işbirliği gözlenmektedir. DAEŞ ile savaşta ABD’nin dayandığı güç PYD-YPG terör örgütü olmaktadır. ABD Kuzey Irak’ta bulunan Kürt yönetimiyle de yakın bir işbirliğine sahiptir. Bu açıdan ABD kısa vadede bağımsız bir Kürt devletinin varlığını savunmasa da bölgede bir Kürt jeopolitiğinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. ABD bu Kürt jeopolitiğini hem Arap/Sünni jeopolitiğine hem de Şii jeopolitiğine karşı bir dengeleyici unsur olarak görmektedir. Diğer yandan İsrail’in güvenliği, enerji hatlarının güvenliği ve yeni enerji koridorlarının oluşturulması bakımından Kürt jeopolitiğine önem verilmektedir.
ABD’nin bu yaklaşımına yanıt olarak Rusya’nın Esad yönetimi ile birlikte hareket ettiği görülmektedir. Rusya sahada aktif olarak Esad’a destek vermekte ve Suriye’de mevcut askeri üsleri koruyarak ve yeni kalıcı üsler inşa ederek bölgedeki varlığını güçlendirmek istemektedir. Rusya’nın Suriye politikasında İran’la ortak bir görüş paylaşması da önemli bir göstergedir. Rusya’nın İran’la ilişkilerini güçlendirmesi Suriye’deki varlığını Şii jeopolitiği aracılığıyla tüm Ortadoğu’ya yayma imkânı vermektedir. İran’ın Bağdat yönetimi üzerindeki etkisi de bu imkânı güçlendirmektedir.
Rusya’nın bölgede böylesine geniş bir Şii jeopolitiği ile eklemlenmesi ve varlığını pekiştirmesi ABD açısından ciddi bir tehdit olarak algılanmıştır. ABD buna bir yanıt olarak İran’la ilişkilerini düzeltme yoluna gitmiştir. Böylece Suriye’deki Rus varlığını kabul ederken bu varlığı sınırlandırmayı ve çevrelemeyi tercih etmiştir. Bu çevreleme işini hem tam bir etkinlik sahibi olduğu Kürt jeopolitiği aracılığıyla hem de Şam’ı dışarıda bırakan Tahran-Bağdat hattıyla sınırlı ABD ile uyumlu bir Şii jeopolitiği oluşturarak gerçekleştirmek istemektedir.
Özellikle ABD’nin hamlelerini anlamlandırmak açısından Musul örneği son derece açıklayıcıdır. ABD için Irak Suriye’den çok daha büyük bir öneme sahiptir. Bu nedenle DAEŞ’e karşı mücadelede Musul’un kurtarılması büyük bir önem kazanmaktadır. ABD burada IKBY ve merkezi Bağdat yönetimini aynı saflarda savaşa sürerek ve Haşdi Şaabi milislerini de savaşa dâhil edip Tahran’ın da gönlünü kazanarak Kürt jeopolitiği ile Şii jeopolitiği arasında bir yakınlık kurmak istemektedir. Bu sayede Tahran’ı ve Bağdat’ı kazanmakta, bunların Kürt jeopolitiğini kabullenmesini sağlamakta, Rusya’yı da Suriye’yle sınırlandırıp Irak’ın dışında tutmaktadır. Ancak bu politika Türkiye’yi de dışlayan bir politikadır.
ABD’nin yeni planı Türkiye açısından önemli tehdit ve riskleri beraberinde getirmektedir. Öncelikle ABD’nin desteklemiş olduğu Kürt jeopolitiğinde PKK ve onun uzantısı PYD-YPG’nin de yer aldığı görülmektedir. ABD Suriye’nin kuzeyini bu terör yapılanmasına bırakmış gibi durmaktadır. Bu durum PKK’nın Suriye topraklarında fiili bir durum yaratarak meşrulaşması anlamına gelebilecektir. Böyle bir gelişme Türkiye için yaşamsal bir güvenlik sorunudur. Diğer yandan ABD’nin Suriye’deki varlığını kabullendiği Rusya’yı bu ülkeyle sınırlı tutmak için desteklediği Tahran-Bağdat hattındaki Şii jeopolitiği Irak’ta hem Türkmenlerin hem de Sünni Arapların dışlandığı bir yapılanma yaratma potansiyeli taşımaktadır. Bir başka deyişle bu süreç bölgedeki mezhepsel/etnik ayrımları pekiştirmektedir. Türkiye bu ayrımları bölgenin uzun vadeli güvenlik ihtiyaçları açısından son derece tehlikeli bulmakta ve kendi güvenliği açısından da riskli görmektedir. ABD ile eklemlenmiş Kürt ve Şii ekseninin Türkiye’yi bölgenin dışında tutacak ve Arap coğrafyasıyla bağını koparacak yeni bir düzen yaratması ihtimali önemli bir tehdittir.
Türkiye ABD’nin yeni planını görmüş ve kendi planını devreye sokmuştur. Öncelikle Rusya ile sorunlarını çözerek ABD karşısında elindeki kozları ve seçenekleri çeşitlendirmiştir. Rusya ile kurulacak ilişkiler Türkiye’nin manevra kabiliyetini artıracaktır. Bu açıdan Türkiye sadece Rusya’yla değil diğer bölge ülkeleriyle de ilişkilerini düzeltme eğilimindedir. İsrail’le ilişkiler yeni bir sürece girmiştir ve bunu Mısır’ın takip etmesi beklenmektedir. Suriye özelinde ise Esad’ın geçiş döneminde yönetimde kalması artık kabul edilebilir bir durum olarak algılanmaktadır. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin bozuk olması bölgedeki yeni gelişmelere yön verme ve süreçlere dâhil olma imkânını zayıflatmaktadır. Bu açıdan dostları artırma, düşmanları azaltma stratejisi son derece olumlu ve hatta hayata geçirilmekte geç kalınmış bir stratejidir.
Rusya ile ilişkilerin bozuk olduğu dönemde Suriye sınırının dışında kalan Türkiye, artık Suriye’de aktif bir politika izleme imkânına kavuşmuştur. Bir başka deyişle Türkiye tepkisel savunma politikalarının yerine önleyici politikalara yönelmiştir. Bu açıdan Suriye ve Irak’taki gelişmelerin pasif bir takipçisi olmak yerine belirleyici aktörlerinden biri olmak istemiştir. Fırat Kalkanı Operasyonu Orta Doğu’da başlatılan yeni süreçte Türkiye’nin aleyhine birtakım sonuçların doğmasını önlemek için atılmış bir ön adım olarak değerlendirilebilir. Fırat Kalkanı ile Türkiye hem sınırını DAEŞ’ten temizlemek hem de YPG-PYD’nin Suriye’de fiili bir durum yaratmasını önlemek istemiştir. Bu operasyon sayesinde Türkiye Suriye’nin geleceğine dair müzakerelerin de bir parçası olmayı hedeflemektedir. Hatta Türkiye DAEŞ’le mücadelede YPG-PYD’yi devre dışı bırakarak Türk ordusunun desteğinde Özgür Suriye Ordusu ile hareket edilmesini savunmakta ve daha fazla sorumluluk üstlenmeye hazır olduğunu ABD’ye iletmektedir.
Türkiye sadece Suriye’yi kapsayan bir politika izlememekte, Irak’taki gelişmeler açısından da önleyici bir güvenlik politikası takip etmektedir. Bu bakımdan Musul Operasyonu yakından takip edilmektedir. Suriye’de Türkiye’nin öncelikli güvenlik sorunu PKK’nın bir uzantısı olarak YPG-PYD’nin Kürt jeopolitiği içerisinde meşrulaşması tehdididir. Irak’ta ise IKBY ile sorun yaşamayan Türkiye Tahran-Bağdat ekseninde oluşturulmak istenen yeni Şii jeopolitiğini bir tehdit olarak görmektedir. Bu açıdan Türkiye’nin Türkmenlerin yanı sıra hem Sünni Araplarla hem IKBY ile bir yakınlık arayışında olduğu görülmektedir.
Gerçekçi bir değerlendirme Türkiye’nin oyun kurucu bir aktör olarak bölgeye yeni bir şekil vermesinin hiç de kolay olmadığını kabul edecektir. Ancak Türkiye Ortadoğu’nun yeniden dizaynı sürecinde sürecin istemediği bir yönde ilerlemesini engelleyebilecek araçlara ve yeteneğe sahiptir. Bu yeteneğini etkin bir şekilde kullanabilmek ve bunun yanında oyun kurucu aktöre dönüşebilmek adına kendi içerisinde Kürt sorununu çözmek istemesi, mezhep ayrımlarını bir kenara bırakıp tüm İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirmek istemesi, bölge enerji kaynakları ve güzergâhları ile ilgilenmesi Orta doğu’yu dizayn etmeye çalışan aktörleri rahatsız etmektedir. Bu da Türkiye’yi hedef tahtasına yerleştirmektedir. Dolayısıyla Türkiye ayakları yere basan, sahip olduğu araçları ve yetenekleri doğru değerlendiren, bu değerlendirmeler ışığında akılcı stratejiler geliştiren dengeli ve gerçekçi adımlar atmak zorundadır.