Yaşlı Kıta’daki güç dengelerinin Avrupa Birliği’ne (AB) etkilerinin belirli dönemlerde daha fazla dikkat çektiği ve dengeleri değiştirme gücü elde ettiği bilinmektedir. İçinden geçtiğimiz kitlesel göç, ekonomik dalgalanma ve yükselen aşırı sağ trend çağında bu güç dengeleri, değişimlere ayak uydurarak kendilerini sürekli yeniden üretmektedir. Özellikle Suriye Krizi’nin ardından Avrupa yönünde gerçekleşen mülteci hareketi bağlamında ortaya çıkan yeni dengeler, AB ve Türkiye arasındaki ilişkileri de yeniden biçimlendirmektedir.
Dikkat edilecek olursa, yukarıda sayılan faktörlerin birbirleri ile sürekli bir karşılıklı etkileşim ilişkisi içerisinde olduğu görülecektir. Bu etkileşim, faktörlerin birbirlerini tetiklemeleri gibi bir etkiye sahip olabildiği gibi, sonuçları itibarıyla birbirleri ile ilişkilendirilmelerine de yol açabilmektedir. Örneğin Avrupa’ya doğru gerçekleşen mülteci hareketi, aşırı sağ hareket ve partilerin yükselişini tetiklediği gibi, bu partilerin kazandığı halk desteği ile seçimlerin ardından da bir açıklama aracı işlevi görmektedir.
Öte yandan, kıta genelinde gerçekleşen ekonomik dalgalanmanın son dönemde etkilerini açıkça gösterdiği ülkeler ise, İtalya, İspanya ve Yunanistan gibi, AB’nin görece çeper sayılabilecek ülkeleri olmuştur. Burada da, Almanya ve Fransa gibi, birliğin hem ekonomik hem de siyasal önderliğini üstlenen devletler ile söz konusu ülkeler arasındaki ilişkinin kuruluştan bu yana gelen eşitsiz niteliğini dikkate almak gerekmektedir.
AB‘nin yıllarca ekonomik işleyişinin temeli olan ağır sanayi ve gelişkin tarım üretimini merkez ülkelerde tutarak, turizm ve eğlence alanlarını Yunanistan gibi ülkelere havale etmesinin sonuçları, kendini öz kaynaklarını tüketmiş bir ülke haline getiren Yunanistan’da patlak veren krizde göstermiştir. Bu ekonomik kriz bağlamında da, Avrupa’nın siyasi birliğinin sağladığı serbest dolaşımın özellikle iş gücü alanında merkez ülkelerin hükümetlerini rahatsız ettiği ortaya çıkmıştır. Bu durum da, söz konusu faktörlerin karşılıklı etkileşim ilişkisini ortaya koyan bir örnek olarak okunabilmektedir.
Başlıkta yer alan “kumar” da bu çerçevede anlamlandırılabilir. Suriye Krizi’nin patlak vermesinin ardından başlayan göç dalgasından en çok etkilenen ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Türkiye, Şubat ayı itibarıyla yaklaşık 3 milyon 551 bin Suriyeliye geçici koruma çerçevesinde ev sahipliği yapmaktadır. Bunu mümkün kılan birçok etken sayılabilir. Türkiye’nin krizin ilk dönemlerinde uyguladığı açık kapı politikası, Geçici Suriye Hükümeti’nin Türkiye’de konuşlu olması, akrabalık ilişkileri ve kültürel yakınlıklar gibi etkenlerin yanısıra; Türkiye‘yi Lübnan, Ürdün, Irak gibi bölge ülkelerinden daha fazla çekici ve önemli kılan en temel özelliğinin, sahip olduğu jeostratejik konumu olduğu ileri sürülebilir. Avrupa’ya açılan bir kapı olarak Türkiye, Kıta‘ya geçmek ve orada yeni bir hayat kurmak isteyen insanlar için de çekici bir ülkedir. Bununla birlikte Türkiye, Suriye Krizi’nin başladığı andan bugüne kadar gerek geliştirdiği mevzuat, gerekse de temel yaklaşımı ile sağlam ve insani bir tavır ortaya koymuştur. Bugün, Türkiye’de geçici koruma kapsamında bulunan Suriyeli sığınmacıların birçoğunun, artık Avrupa’ya geçmekten ziyade Türkiye’de bir hayat kurmaya çalıştığı görülmektedir.
Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanmasının ardından Avrupa Birliği’nin, yükümlülükleri açısından ortaya koyduğu tutum ise, krizin insani boyutu açısından olduğu kadar siyasal ve ekonomik açılardan da büyük sorun teşkil etmektedir. Krizin insani boyutu açısından, ülkelerindeki yıkım ve savaştan kaçmak zorunda kalan mağdur insanların konjonktürel hamlelerle siyasi bir pazarlığın nesneleri haline getirilmesi ve hümaniter bir yaklaşımdan giderek uzaklaşılması temel sorunu oluşturmaktadır.
Hümaniter değerlerin düşünsel beşiği olma iddiasına sahip Yaşlı Kıta’nın mevcut insani krizler bağlamında içinde bulunduğu durum, Avrupa Birliği’nin dayandığı ya da dayandığını ileri sürdüğü düşünsel temelleri de tehlikeye atmaktadır. Siyasi ve ekonomik açılardan ise, AB’nin meşruiyeti sorgulanır hale gelirken; ekonomik dayanıklılığı da giderek kırılgınlaşmaktadır. İslami terör söylemi vasıtasıyla fazlasıyla arttırılan güvenlik önlemleri, birçok temel insan hakkının askıya alınabilmesi ve Suriye Krizi bağlamında gerçekleşen göç hareketinde yer alan insanların potansiyel olarak kriminalize edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Özellikle Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde liberal aday Macron ile ikinci tura kalan Le Pen’in cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması durumunda, kıtada giderek güçlenen aşırı sağ akımın önemli bir başarı elde edeceği aşikârdır. Dahası, yaklaşan Eylül genel seçiminde Almanya’da söz konusu aşırı sağcı partilerin güç kazanması da durumu mülteciler ve insan hakları savunucuları açısından daha da zorlaştıracaktır.
Donald Trump’ın, ABD başkanlık seçimleri için yarışırken yürüttüğü kampanya sırasında geliştirdiği söylemin yabancı ve kadın düşmanı, ayrımcı niteliklerini eleştiren Avrupa kamuoyunun bu süreçteki tutumu büyük önem taşımaktadır. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı ya da Almanya’daki genel seçimlerin sonuçlarından bağımsız olarak açıkça görülen, kıtada aşırı sağcı popülist hareketlerin çok büyük bir halk desteği kazandığı ve ideallerini siyasal alana tahvil etmekte başarılı olabildiğidir. Uzun süredir temelleri sorgulanan ve çeşitli açılardan eleştirilen Avrupa Birliği’nin önünde fazlaca seçenek olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir; Birlik, ya kuruluş ilkelerine uygun nitelikte, gerçek bir birlik halinde yeniden yapılandırılacak ya da özellikle mültecileri nesnesi haline getirdiği kumarında ilkelerinden giderek uzaklaşarak siyasal işlevini tamamlamış bir form haline gelecektir.