Analiz

Avrupa’nın Derinleşen Demografik Krizi

Avrupa, tarihinin en büyük sosyal ve ekonomik dönüşümlerinden birini yaşamaktadır.
Mevcut eğilimler göz önüne alındığında, 2050 yılı itibarıyla Avrupa nüfusunun %30’undan fazlasının 65 yaş ve üzeri olacağı öngörülmektedir.
Avrupa’daki demografik kriz, uzun vadede geniş çaplı etkiler doğuracak bir sorun olarak öne çıkmaktadır.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

Avrupa, tarihinin en büyük sosyal ve ekonomik dönüşümlerinden birini yaşamaktadır. Doğurganlık oranlarındaki sürekli gerileme ve nüfusun giderek yaşlanması, kıtada derinleşen bir demografik kriz yaratmıştır. Bu durum yalnızca nüfus yapısını etkilemekle kalmamakta, aynı zamanda ekonomik büyüme, sosyal güvenlik sistemlerinin sürdürülebilirliği ve siyasal yapıların işleyişi üzerinde de önemli sonuçlar doğurmaktadır. Birçok Avrupa ülkesinde kadın başına düşen doğurganlık oranlarının, nüfusun kendini yenileyebilmesi için gerekli olan 2.1 seviyesinin oldukça altında seyretmesi, kıtanın geleceğine yönelik ciddi riskler oluşturmaktadır. Özellikle İtalya, İspanya ve Polonya gibi ülkelerde bu durum uzun vadede nüfus daralması ve yaşlı bağımlılık oranının artması gibi kritik sorunlara yol açmaktadır.

Özellikle Güney Avrupa ve Orta Avrupa’da bu eğilim daha belirgin hale gelmektedir.  Son altı yılın doğurganlık verileri incelendiğinde, Avrupa’daki doğurganlık oranlarının sürekli bir düşüş eğiliminde olduğu görülmektedir. Eurostat verilerine göre;[1]

  • 2019 yılında Avrupa Birliği (AB) genelinde doğurganlık oranı 1.53 seviyesindeyken,
  • 2020 yılında bu oran 1.50’ye, 
  • 2021 yılında 1.46’ya, 
  • 2022 yılında 1.44’e, 
  • 2023 yılında 1.42’ye ve 
  • 2024 yılında ise 1.39’a düşmüştür.

Bu düşüş eğilimi, Avrupa genelinde nüfus artış hızının giderek yavaşladığını ve uzun vadede nüfusun küçülmeye başladığını göstermektedir. Demografik açıdan kritik bir eşik olarak değerlendirilen 1.2 seviyesinin altına inen ülkeler arasında Malta (1.08) ve İspanya (1.16) gibi ülkeler yer almaktadır. Bu durum, söz konusu ülkelerde demografik daralmanın giderek hızlanabileceğini göstermektedir.

Demografik kriz, yalnızca doğurganlık oranlarının düşmesiyle sınırlı kalmamakta, aynı zamanda yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki payının giderek artmasıyla daha derin ve çok boyutlu bir sorun haline gelmektedir. Mevcut eğilimler göz önüne alındığında, 2050 yılı itibarıyla Avrupa nüfusunun %30’undan[2] fazlasının 65 yaş ve üzeri olacağı öngörülmektedir. Özellikle Almanya, İtalya, İspanya ve Fransa gibi ülkelerde yaşlı bağımlılık oranındaki artış, çalışma çağındaki nüfusun azalmasıyla birleşerek sosyal güvenlik sistemlerine yönelik mali baskıyı artırması kaçınılmaz görünmektedir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) tahminlerine göre, doğurganlık oranlarında kayda değer bir değişim yaşanmazsa, Avrupa ülkelerinde emeklilik ve sağlık harcamalarının 2040 yılına kadar Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYİH) %12 ile %16’sına ulaşması tahmin edilmektedir.[3] Bu demografik dönüşüm, yalnızca kamu finansmanı üzerinde değil, aynı zamanda iş gücü piyasası, ekonomik büyüme ve refah devletinin sürdürülebilirliği üzerinde de uzun vadeli etkiler yaratması muhtemeldir.

Bu demografik eğilimlerin arkasında ekonomik, toplumsal ve kültürel birçok etken bulunmaktadır. Özellikle ekonomik belirsizlikler ve genç nüfusun iş gücü piyasasına dahil olurken karşılaştığı zorluklar, bireylerin çocuk sahibi olma kararlarını ertelemesine yol açmaktadır. Güney Avrupa ülkelerinde kronik işsizlik, düşük ücretler ve ekonomik durgunluk, doğurganlık oranlarındaki düşüşü tetikleyen başlıca faktörler arasında yer almaktadır. Nitekim, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde 25-34 yaş arasındaki bireylerin %30’undan fazlasının ekonomik bağımsızlık kazanmakta zorlandığı ve aileleriyle birlikte yaşamaya devam ettiği gözlemlenmektedir. Ekonomik güvencesizliğin neden olduğu bu durum, evlilik oranlarının azalmasına ve bireylerin çocuk sahibi olma kararlarını ileri bir yaşa ertelemesine sebep olarak uzun vadede nüfus dinamiklerini olumsuz yönde etkilemektedir.

Buna ek olarak, kadınların eğitim seviyelerinin yükselmesi ve iş gücüne katılımlarının artması, geleneksel aile yapılarında köklü değişimlere yol açmıştır. Çalışma hayatındaki kadınların karşılaştığı kariyer-bakım ikilemi, çocuk sahibi olma yaşının giderek yükselmesine neden olmaktadır. Avrupa’da ortalama ilk doğum yaşı 1990’lı yıllarda 26 civarında iken, günümüzde bu oran 30 yaşın üzerine çıkmıştır. Bu durum, biyolojik doğurganlık kapasitesinin azalması nedeniyle toplam doğurganlık oranlarını da olumsuz etkilemektedir.

Ayrıca aile politikaları da doğurganlık oranlarının belirlenmesinde önemli bir faktördür. Fransa gibi doğurganlık oranlarını görece yüksek tutmayı başaran ülkeler, kapsamlı aile dostu politikalar sayesinde bu süreci yönetebilmektedir. Fransa’da çocuk bakım desteği, uzun vadeli ebeveyn izinleri ve maddi teşvikler gibi politikalar, kadınların hem çalışma hayatına devam etmesine hem de çocuk sahibi olmasına olanak tanımaktadır. Buna karşılık Almanya ve Doğu Avrupa ülkelerinde benzer teşviklerin yetersizliği, doğurganlık oranlarının düşük seyretmesine neden olmaktadır. Almanya’da uygulanan kısmi zamanlı çalışma modeli ve ebeveyn izinleri, çocuk sahibi olmayı teşvik etmekten ziyade iş gücünden kopmayı zorlaştıran bir yapıdadır.

Avrupa’daki demografik kriz, uzun vadede geniş çaplı etkiler doğuracak bir sorun olarak öne çıkmaktadır. Çalışabilir nüfusun giderek daralması, ekonomik büyüme üzerinde baskı oluştururken, iş gücü piyasasında önemli dengesizliklere yol açmaktadır. Özellikle sanayi ve hizmet sektörlerinde kalifiye iş gücüne duyulan talep artmakta, ancak genç nüfusun azalması nedeniyle bu ihtiyacın karşılanması her geçen gün daha da güçleşmektedir. Öte yandan yaşlı nüfusun giderek artması, sağlık ve bakım hizmetlerine olan talebi yükseltmekte ve kamu harcamalarını artırarak mali sürdürülebilirlik üzerinde ciddi baskılar yaratmaktadır.

Avrupa ülkelerinin bu sorunları aşabilmesi için çok yönlü stratejiler geliştirmesi gerekmektedir. Öncelikli olarak, doğurganlık oranlarının artırılmasını hedefleyen politikaların güçlendirilmesi ve aileyi destekleyici sosyal politikaların yaygınlaştırılması önem arz etmektedir. Fransa örneğinde olduğu gibi, çocuk bakım hizmetlerine erişimin kolaylaştırılması, uzun süreli ebeveyn izinleri ve doğum sonrası maddi teşvikler gibi uygulamalar, doğurganlık oranlarını artırmada etkili olabilecek faktörler arasında yer almaktadır. Bunun yanı sıra esnek çalışma modellerinin yaygınlaştırılması ve iş-yaşam dengesinin güçlendirilmesi, kadınların hem profesyonel kariyerlerini sürdürebilmelerine hem de çocuk sahibi olabilmelerine olanak tanıyacak önemli düzenlemeler yapılabilir. 

Öte yandan Avrupa ülkelerinin göç politikalarını yeniden değerlendirmesi de demografik krizin etkilerini yönetmede önemli bir araç olabilir. Zira, çalışma çağındaki nüfusun giderek azalması, başta sanayi ve hizmet sektörü olmak üzere birçok alanda iş gücü açığının ortaya çıkmasına neden olmakta ve uzun vadede ekonomik sürdürülebilirliği tehdit etmektedir. Bu çerçevede Avrupa ülkelerinin kontrollü göç politikaları geliştirerek nitelikli iş gücünü teşvik etmesi ve göçmenlerin iş gücü piyasasına entegrasyonunu kolaylaştırması gerekmektedir. Bununla birlikte göçmenlerin topluma uyum sürecinin yalnızca ekonomik bir perspektifle ele alınması yeterli olmayıp sosyal uyumu güçlendirecek kapsamlı entegrasyon politikalarının da hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda eğitim olanaklarının genişletilmesi, dil desteğinin sağlanması ve istihdam fırsatlarının artırılması gibi önlemler, göçmenlerin topluma daha hızlı adapte olmalarını sağlayarak demografik dönüşümün olumsuz etkilerini hafifletebilir. Böylece, Avrupa ülkeleri hem ekonomik kalkınmanın sürdürülebilirliğini güvence altına alabilir hem de sosyal yapının istikrarını güçlendirme imkânı bulabilirler. 

Sonuç olarak, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu demografik kriz, yalnızca nüfus azalması bağlamında ele alınmamalı; aksine, kıtanın ekonomik kalkınmasını, toplumsal yapısını ve siyasi istikrarını doğrudan etkileyen çok boyutlu bir sorun olarak değerlendirilmelidir. Bu doğrultuda demografik dönüşümün olası olumsuz etkilerini en aza indirmek ve uzun vadeli sürdürülebilirliği sağlamak adına kapsamlı ve bütüncül politika yaklaşımlarının benimsenmesi gerekmektedir. Aksi halde mevcut demografik eğilimlerin sürmesi durumunda, Avrupa’nın ekonomik büyüme potansiyeli zayıflayıp sosyal refah sistemleri artan mali yük nedeniyle sürdürülebilirlik açısından büyük bir baskı altına girebilir ve kıtanın küresel ölçekteki rekabet avantajı erozyona uğrayabilir.

[1] “Demography of Europe”, Eurostat, https://ec.europa.eu/eurostat/web/interactive-publications/demography-2024#population-change, (Erişim Tarihi: 17.02.2025). 

[2] Efesoy, Can, “Dünyada 2050’de 6 kişiden 1’i, 65 yaş üstü olacak”, AA, https://www.aa.com.tr/tr/yasam/dunyada-2050de-6-kisiden-1i-65-yas-ustu-olacak/3004522, (Erişim Tarihi: 17.02.2025).

[3] “Health at a Glance 2021”, OECD, https://www.oecd.org/content/dam/oecd/en/publications/reports/2021 /11/health-at-a-glance-2021_cc38aa56/ae3016b9-en.pdf, (Erişim Tarihi: 17.02.2025).

Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi

Benzer İçerikler