Almanya, Orta Avrupa’nın kuzeyinde, Avrupa Birliği için kritik önem taşıyan bir noktada bulunmaktadır. Diğer ülkelere nazaran geç olan birleşmesini 1871 yılında tamamlayan Almanya, “Demir Şansölye” lakaplı dönemin Şansölyesi Otto von Bismarck’ın da politikaları sayesinde Kıta Avrupası’nda İngiltere’ye rakip bir devlet haline gelmiştir. Fakat Bismarck’ın Avrupa’da yaratmaya çalıştığı güç dengesi politikaları, II. Wilhelm’in 1888 yılında Almanya İmparatoru olmasıyla sekteye uğramıştır. Alman İmparatorluğu, Otto von Bismarck’ın 1890 yılında görevden alınmasından itibaren II. Wilhelm’in izlediği artan agresif ve yayılmacı dış politikası sayesinde Avrupa’daki güç dengelerini sarsmıştır.
Almanya’nın Avrupa’da tartışılan bir güç haline gelmesi aslında II. Wilhelm döneminden itibaren söz konusu olmuştur. Birçok tarihçiye göre İmparator’un agresif dış politikası, İngiltere’yle girilen donanma yarışı ve Balkanlardaki Avusturya-Macaristan’ın haklarının amansız savunulması, Birinci Dünya Savaşı’na gidilen yolda önemli motivasyonları oluşturmuştur.
Alman İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılmasının ardından Versay Antlaşması imzalanmış ve Weimar Cumhuriyeti kurulmuştur. Fakat bu antlaşmanın ağırlığı ve ülkedeki bazı kesimlerin yıkılan milli itibarlarını yeniden tesis etme çabası, zamanla radikalist hareketlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Milliyetçi Sosyalistlerin başını çektiği bu hareket 1933 yılında Hitler’in Başkan Paul von Hindenburg tarafından Şansölye atanmasıyla zirveye ulaşmış ve bu tarihten sonra Almanya’da Nazi dönemi olarak da bilinen Üçüncü İmparatorluk dönemi başlamıştır. Hitler, yukarıda bahsi geçen itibarın restorasyonu dışında Alman neslinden gelen Kuzey Avrupalılar olarak tanımlanan Aryan’lar için bir yaşam alanı yaratılmasını öngörerek aşırı silahlanmaya gitmiş ve nihayetinde İkinci Dünya Savaşı’na sebebiyet vermiştir.
Bu savaştan da yenik ayrılan Almanya, savaş sonrası Batı ve Doğu olarak ikiye bölünmüştür. Bu sürecin ardından başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Avrupa’da savaşı engellemek ve bölgede çıkan iki dünya savaşında da baş aktörlerden olan Almanları kontrol altında tutmak amacıyla “Avrupa Projesi” kapsamında bir organizasyon kurulma amacı güdülmüştür. Bunu takiben ise 1952 yılında Çelik ve Demir Topluluğu, altı sene sonra da Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu ve Ekonomik Topluluğu kurulmuş ve günümüzde Avrupa Birliği olarak da bilinen uluslarüstü bir yapının temeli atılmıştır.
O dönemde Batı Almanya bu söz konusu topluluklarda Avrupa Entegrasyonu kapsamında kurucu üye olarak olarak yer almıştır. 1990 yılında Doğu ve Batı Almanya birleşmiş ve 1993 yılında Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle Avrupa Birliği üyesi haline gelmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede geniş çaplı bir savaşın gerçekleşmemesi, organizasyonun göreceli başarısı sayılabilir. Fakat en sonunda federal bir yapı amaçlayan Avrupa Birliği için nihai hedef biraz uzakta görünmektedir. Nihayetinde politik kültürleri değişken yapıların bir arada tutunması zorlukları beraberinde getirmektedir. 1966 yılındaki Boş Sandalye Krizi söz konusu zorlukların yarattığı ilk önemli çatlaklardandı ve organizasyonun çökmesi tehditini beraberinde getirmişti. Bu kriz sonrası gerçekleştirilen Lüksemburg Uzlaşması’yla kurulan veto sistemi ise şu anda Avrupa Birliği’nde hala sorunlara sebebiyet vermektedir.
Almanya’nın Fransa, Belçika, Hollanda, Danimarka, ve Lüksemburg ile sınır kontrollerini altı ay boyunca tek taraflı sıklaştırmaya başlaması, organizasyonun kendi içindeki kollektiflikten ve söz konusu federal yapı hedefinin ne kadar uzakta olduğunu anlamaya örnek teşkil etmektedir.[1] Hükümet bu politikayı son seçimlerde sağ partilerin yükselişi ve ölümcül göçmen saldırıların ardından son çare olarak tanıtmıştır. Avusturya, İsviçre, Çekya ve Polonya sınırlarında zaten buna benzer politikalar uygulayan Almanya, sıkı kontrolle birlikte sayısız göçmeni caydırmayı hedefletmektedir. Almanya İçişleri Bakanlığı’nın raporuna göre şu ana kadar sayıları 30.000’e varan göçmen, Avusturya sınırından geri gönderilmiştir.
Angela Merkel döneminde göçmenleri kucaklayan politikaların ardından Aşırı Sağcı partilerin Meclis’teki varlıkları İkinci Dünya Savaş öncesi dönemden beri en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Almanya’nın aşırı sağcı partilerin yükselişini durdurması için öncelikle göçmen sorununu çözmeleri gerekecektir. Bunun için de sınır kontrolü getirilmektedir. Fakat sınır kontrolü getirilince de AB ülkelerinden tepki gelmektedir.
1985 yılında kurulan ve 1999 yılında Avrupa Birliği’ne entegre edilen ve 400 milyondan fazla insanın sınır kontrolü olmaksızın seyahat etmesini öngören Schengen Alanı Antlaşması söz konusu olduğunda bu uygulama tartışmalara sebebiyet vermektedir. Polonya Başbakanı Donald Tusk, Almanya’yı bu uygulamasının Schengen Antlaşması’nın “de facto” olarak askıya aldığını iddia ederek eleştirmiş ve ülkeye ziyaretini iptal etmiştir.[2] Buna karşılık Almanya İçişleri Bakanlığı antlaşma uyarınca ülkeler gerekti gördüğü şartlarda sınır kontrollerini tekrardan uygulayabilir açıklamasını yapmıştır.[3] Buna ek olarak yapılan açıklamada, uygulamanın komşu ülkelerle arasındaki sınırları kapsadığını ve AB Dublin Kuralları’na göre iltica başvurularının ilk varış ülkesinde yapılması gerektiği vurgulanmıştır.[4]
Almanya ve Fransa’nın tarihi gerilimlerinin özellikle liberal ekonomik teorisinin de öne sürdüğü üzere ekonomik işbirlikleri, sonrasında uluslarüstü yapı çatısı altında tırmanmasının imkansız yakın bir hale getirilmesinin ve Almanya’nın kontrol altına alınmasının ardından kıtada göreceli bir barış tesis edilmiştir. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’nin Almanya’yı kontrol altında tutması amacıyla bir piyon olarak kurulmuş olduğunu söyleyen görüşler olsa da hedeflerinin belirli kısımlarını başaran bir yapı söz konusu haline gelmiştir.
Fakat organizasyondaki birçok sorunun yanı sıra sınır kontrolü konusu da her ne kadar söylemde antlaşmalarla meşrulaştırılabilirse de yukarıda yazılanlardan anlaşılacağı üzere organizasyonda çatlaklara neden olmaktadır. Kıtada uzun zamandır artmaya devam eden göçmen sorunları bu konunun siyasallaşmasını da beraberinde getirdiğinden ötürü ülkelerin politikalarını göçmenler üzerinden çizmek ve propagandalarını buna yönelik yapmaları işten bile olmamaktadır. Fakat sınır kontrolleri gibi uygulamaların ne kadar istenen sonuca hizmet edebileceği tartışma konusu yapılmaktadır. Şüphesiz yukarıda bahsedilen sorunlar ve her ne kadar kendi çıkarlarıyla örtüşen ama kollektiflikten uzak uygulamalar, uzun yıllar boyunca söz konusu edilmeye devam edilecek ve nihai hedef olan federal bir yapı oluşmasını geciktirecektir.
[1] Stroud, Liv (2024), “Why is Germany strengthening its border controls now?”, Euronews, https://www.euronews.com/my-europe/2024/09/10/why-is-germany-strengthening-its-border-controls-now, (Erişim Tarihi: 29.10.2024).
[2] Harper, Jo (2024), “Polish premier slams Gemrn plans to introduce border controls with neighbors, cancels visit.”, Anadolu Ajansı, https://www.aa.com.tr/en/europe/polish-premier-slams-german-plans-to-introduce-border-controls-with-neighbors-cancels-visit/3326774#!, (Erişim Tarihi: 29.10.2024).
[3] Rasquinho, Selen Valente (2024), EU reaches out to Germany over temporary border controls”, Anadolu Ajansı, https://www.aa.com.tr/en/europe/eu-reaches-out-to-germany-over-temporary-border-controls/3326670, (Erişim Tarihi: 29.10.2024).
[4] Alkoussa, Riham (2024), “Germany brings back border checks to curb migration, experts question impact.”, Reuters, https://www.reuters.com/world/europe/germanys-tighter-border-controls-take-effect-irking-neighbours-2024-09-16/, (Erişim Tarihi: 29.10.2024).