23 Ocak 2019 tarihinde Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında gerçekleştirilen görüşme sonrasında iki lider tarafından kamuoyunun bilgilendirilmesi esnasında Putin tarafından Suriye Krizi noktasında “Adana Mutabakatı” önerisi dile getirilmiştir. Söz konusu öneri bir yandan Türkiye’nin sınır ötesi harekâtı diğer yandan ise ABD’nin “güvenli bölge” projesinin tartışıldığı dönemde yeni bir projeksiyon ve tartışma başlığının açılmasına sebebiyet teşkil etmiştir. Bu kapsamda öncelikle Putin’in dile getirdiği Adana Mutabakatı’nın ne olduğunun ve hangi şartlarda gerçekleştirildiğinin hatırlanması faydalı olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren en önemli milli güvenlik ve beka sorunlarının başında yer alan etnik temelli bölücülük sorununun en hırslı ve saldırgan olduğu 1990’lı yıllarda PKK terör örgütü çeşitli devletlerce ve özellikle de Ortadoğu ülkelerinin bir kısmı tarafından aleni olarak desteklenmekteydi. Bu destek başta bazı Avrupa ülkeleri olmak üzere günümüzde Türkiye ile iyi ilişkilere sahip birtakım ülkelerin de dahil olduğu geniş bir yelpazede söz konusuydu. Bahse konu devletler terör örgütü PKK’ya maddi destek vermekte, silah tedarikinde yardımcı olmakta, eğitim ve danışmanlık desteği sunmakta, uluslararası kamuoyu oluşturmakta ve lojistik destek sağlamaktalardı. Dahası doğrudan ve aleni bir şekilde topraklarında terör örgütüne kamplar kurmakta ve örgütün lider kadrolarını ülkelerinde barındırmaktalardı. Kanlı terör örgütünün eylemlerinin ve katliamlarının dayanılmaz hal aldığı bir dönemde Türkiye’nin güney sınırında önemli bir gelişme vuku buldu. 16 Eylül 1998 tarihinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş Hatay’da, Suriye sınırının sıfır noktasında “sabrımız tükendi” ifadesiyle sona eren konuşmasıyla Şam rejimini en sert tondan uyardı. Bu uyarının temelinde PKK terör örgütünün ele başı Abdullah Öcalan’ın Şam rejimi tarafından Suriye’de himaye edilmesi vardı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en önemli bileşeni olan Kara Kuvvetleri üzerinden sıfır noktasında yapılan bu açıklamanın tonu ve yöntemi dikkate alındığında Türk karar alıcıların milli güvenliği için artık terör örgütünü besleyen ve himaye eden aktörlerle de doğrudan çatışacağı mesajı verildiği aşikardır. Daha açık ifadeyle Türkiye, Suriye rejimine teröre verdiği desteği çekmemesi halinde savaş durumuna geçileceğini deklare etmiştir. Bu açıklama Şam yönetiminin direncini kırmaya ziyadesiyle yetmiş olup terör örgütü lideri Abdullah Öcalan mevzu bahis ülke topraklarından çıkarılmıştır. Ardından terör örgütünün sözde lideri için hiç de iyi sayılamayacak bir süreç söz konusu olmuştur. Tam bu esnada Türkiye’nin restini gören ve geri adım atan Şam rejimi ile Ankara yönetimi arasında 20 Ekim 1998 tarihinde Adana Mutabakatı imza edilmiştir.
Türkiye tarafı adına Dışişleri Bakanlığı Müşteşar Yardımcısı Büyükelçi Uğur Ziyal ve Suriye tarafı adına Tümgeneral Adnan Bedir Hasan tarafından imza edilen mutabakatta Suriye’nin taahhütleri aşağıdaki gibidir:[1]
- PKK lideri Abdullah Öcalan mutabakata varıldığı tarih itibariyle Suriye’de değildir ve Suriye’ye girmesine izin verilmeyecektir.
- Suriye’de olduğu söylenen PKK kampları mutabakata varıldığı tarihten itibaren faaliyette değildir ve faaliyete geçmelerine izin verilmeyecektir. Birçok PKK üyesi tutuklanmış ve isimleri Türk tarafına iletilmiştir.
- Suriye yönetimi ülke toprakları üzerinde PKK’nın askeri, ekonomik ve siyasal faaliyetlerinin hiçbirine izin vermeyecek, örgüt propagandasına müsaade etmeyecektir.
- Suriye yönetimi PKK’nın “terörist bir örgüt” olduğunu kabul etmiştir.
- Suriye yönetimi, ülke topraklarında PKK’nın eğitim ve barınma amaçlı kamp ve diğer tesisler oluşturmasına ve ticari faaliyetlerine izin vermeyecektir. PKK üyelerinin üçüncü bir ülkeye geçişleri için Suriye topraklarını kullanmasına müsaade etmeyecektir.
- Suriye yönetimi, Abdullah Öcalan’ın tekrar Suriye topraklarına girmemesi için her türlü tedbiri alacak ve sınır kapılarına bu doğrultuda talimat verecektir.
Suriye yönetiminin terör örgütü PKK’dan vazgeçtiğinin resmî belgesi olan ve Türkiye’nin milli güvenlik sorununun çözümü noktasında önemli bir kazanım olarak ifade edilen Adana Mutabakatı’nın ilgili hükümlerine bakıldığında Şam yönetimi ile Ankara’nın PKK’ya karşı ortak bir veya birden çok mekanizma geliştireceği görülmektedir. Bahse konu dönemde Türk karar alıcılarının net iradesi ve Türkiye’nin kapasitesinin yanı sıra Ankara’nın İsrail ile iyi ilişkiler içerisinde olması, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile hem ikili ilişkilerin seyrinin olumlu olması hem de İsrail’in etkisi, Arap devletlerinin gerek kendi iç çekişmeleri gerekse bölgesel ve küresel şartlardan dolayı Türkiye’yi karşılarına alamamaları, Rusya Federasyonu’nun günümüzdeki gibi önemli bir aktör olarak Ortadoğu jeopolitiğinde yer almaması gibi nedenler Adana Mutabakatı’nda Türkiye’nin kazanım elde etmesinin nedenleri olarak sıralanabilir. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta ise mutabakatın tesis edilmesinin tamamen Türkiye’nin kendi iradesinin tecellisi olduğu gerçeğidir. Ancak mutabakat ile Ankara yönetiminin Şam rejimini doğrudan meşru bir otorite olarak muhatap aldığının da göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
İki ülke arasında Adana Mutabakatı ile başlayan teröre karşı (kısmen ve kâğıt üzerinde de olsa) işbirliği Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK PARTİ) Suriye’de ise Beşar Esad’ın iktidara gelmesiyle çok yönlü bir işbirliğine doğru evrilmeye başlamıştır. İlişkilerde dostluk havasının hâkim olduğu dönemde ekonomiden politikaya kadar birçok alanda ortak platformlar geliştirilmiştir. Bunlardan bir tanesi de 21 Aralık 2010 tarihinde Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim tarafından imza edilen “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması”dır.[2] Temel motivasyonu terörle mücadele olan bu anlaşma esasında 20 Ekim 1998 tarihinde imzalanan Adana Mutabakatı’nın geliştirilmesini, başta PKK olmak üzere, iki ülkenin güvenliğini ve istikrarını tehdit eden terör ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele kapsamlı bir çerçeve oluşturulmasını hedeflemektedir.[3] Dolayısıyla Rus lider Putin tarafından dile getirilen öneride sadece Adana Mutabakatı zikredilse de 2010 tarihli anlaşmanın da meselenin ayrılmaz bir parçası olduğunun altının çizilmesi gerekir. Bu doğrultuda söz konusu anlaşma incelendiğinde Adana Mutabakatı’nda da olduğu gibi Türkiye’nin doğrudan Suriye’yi daha doğru ifadeyle Esad rejimini mesele bağlamında muhatap kabul etmesi gerekmektedir. Çünkü anlaşmanın tarafları Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti’dir. Ele alınan konu bağlamında anlaşmanın özellikle 2, 3 ve 5. maddelerinin önem arz ettiği hem hukuki açıdan hem de politik bakımdan dikkat edilmesine dair zaruretin ifade edilmesi gereklidir.
Söz konusu maddelere bakıldığında anlaşma taraflarının başta PKK/KONGRA-GEL terör örgütü ve çeşitli adlar altındaki uzantıları olmak üzere, diğer terör örgütlerine karşı mücadeledeki güvenlik işbirliğine dair düzenlemeler yapıldığı görülecektir. Beşinci maddede PKK/KONGRA-GEL ve bununla ilintili kuruluş ve oluşumlar ile mevcut ve gelecekte alabilecekleri diğer adlar da dahil olmak üzere tüm fraksiyon ve uzantılarıyla mücadele edileceği hükme bağlanmıştır. Bu madde Ankara açısından oldukça pozitif bir düzenleme olmakla beraber günümüzde de Türkiye’nin lehinedir. Çünkü söz konusu maddede açık bir şekilde terör örgütünün hangi adı alırsa alsın (herhangi bir zaman ve kriter kısıtı olmaksızın) terörist bir yapı olduğu ve mücadele edileceği belirtilmiştir. Ancak anlaşmanın 3. maddesinde hangi kişi, grup ve eylemlerin terör, terör örgütü ve terörist olarak niteleneceği hususunda taraf devletlerin kendi mevzuatlarıyla uyumlu olacak şekilde aldıkları kararlara göre hareket edeceklerine hükmedilmiştir. Bu noktada ciddi bir tehlikeye işaret edilmesi gerekmektedir. İki devletin bir araya geldiği varsayımından hareketle (günümüzdeki şartlar bağlamında ihtimal dahilinde değildir) süreç senaryo yazımında Esad rejiminin başta Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olmak üzere tüm muhalifleri veya Türkiye ile ilişkisi olan muhalif grupları kendi mevzuatı çerçevesinde terörist yapı olarak ele almayacağının bir garantisi var mıdır? Söz konusu yapıları terör örgütü olarak tanıması ve Türkiye’ye dayatması halinde Ankara’nın kazanımlarının boşa çıkacağı ve ciddi bir imaj kaybına uğrayacağı aşikardır. Dahası Türkiye, teröre yardım eden veya terörü destekleyen devlet olarak lanse edilmesi riskiyle karşılaşacaktır.
1998 ve 2010 tarihli uluslararası iki taraflı metinler üzerinden geliştirilen projeksiyonda veya öneride günümüzdeki jeopolitik şartları, bölgesel ve küresel dinamikleri de politik ve askeri boyutta dikkate almak gerekmektedir. Bugün itibarıyla gelinen noktada ise hem aktörler hem de konjonktürel şartların 1998 yılı ile örtüşmediği açık bir şekilde ortadadır. Öncelikle Adana Mutabakatı ruhunu gündeme getiren Türkiye olmamıştır. Türkiye’nin iyi ilişki içerisinde olduğu ama Esad rejiminin doğal müttefiki ve bir anlamda geleceğinin teminatı olan Rusya Federasyonu’ndan gelen önerinin Ankara kadar Şam yönetiminin de çıkarları düşünülerek ortaya atıldığının dikkatlerden kaçmaması gerekmektedir. Putin bu hamlesiyle Türkiye tarafından meşruiyeti sorgulanan Esad rejiminin yeniden muhatap kabul edilmesini ve böylece Esad’ın geleceğinin bir anlamda garanti altına alınmasını amaçlamış olabilir. Ayrıca bu hamle, ABD Başkanı Donald Trump’ın “güvenli bölge” önerisinin Türkiye’nin tezlerine kısmen yakın olması ve Suriye jeopolitiğinde Türkiye-ABD işbirliği ihtimaline karşı bir ön alma şeklinde de okunabilir.
Bir diğer husus ise 1998 yılında konunun tarafları ve muhatapları çok net olarak aşikardı. İlgili dönemde bir terör örgütü söz konusuydu ve bu noktada iki devlet konunun tarafıydı. Günümüzde ise Suriye topraklarında ABD, Rusya, İran gibi başka devletler, yerel aktörler ve birden fazla terör örgütü aktör olarak yer almaktadır. Mesele iki ilişkilerden ziyade çok boyutlu bir sorun halini almıştır. Moskova’nın bu önerisinin Washington ve Tahran başta olmak üzere çok sayıda başkenti ve yerel aktörü ilgilendirdiği ortadadır. Netice itibarıyla hayata geçirilmesi ve uygulanması oldukça zor olan bu önerinin temel argümanı olan Adana Mutabakatı’nın hala Türkiye için önemli bir koz olduğunun ve gerek diplomatik ve hukuki zeminlerde gerekse sahada kullanışlı hale getirilmesinin faydalı olacağı gerçeğinin de göz ardı edilmemesi koşuluyla Ankara’nın Şam rejimini meşrulaştıracak girişimlerde bulunmasının fayda maliyet analizlerinin hata payı olmaksızın yapılmasının altı çizilmesi gerekmektedir.
[1] Özkan Gökcan, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Bir Kırılma Noktası: Ekim 1998 Krizi ve Diğer Bir İfadeyle İlan Edilmemiş Savaş”, Akademik İncelemeler Dergisi, 13(1), Nisan 2018, s. 192-193.
[2] Anlaşma metni için bkz.: Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmî Web Sitesi, https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem23/yil01/ss713.pdf, (Erişim Tarihi: 25.01.2019).
[3] Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Dışişleri Komisyonu Raporu (1/1009), TBMM; Dönem: 23, Yasama Yılı: 5, S. Sayısı: 713, 09.02.2011.