Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 2007 yılında denizlerdeki etkinliğini arttırmak ve önlenmesi zor bir güç olarak ortaya çıkan Çin ile eski rakibi Rusya’yı çevrelemek için “21. Yüzyıl Deniz Gücü İşbirliği Stratejisi’ni (A Cooperative Strategy fof 21st Century Seapower- CS-21) ilan etmiştir. 13 Mart 2015 tarihinde ise ortaya çıkan yeni tehdit algıları ve gelişmeler neticesinde bu stratejiyi revize etmiştir. Söz konusu stratejide göze çarpan beş temel hedef bulunmaktadır. Bu hedefler kapsamında şu tespitler yapılabilir:
- Hem dış dünyaya hem de kendi kamuoyuna güçlü bir mesaj vererek dünya denizlerindeki tek hâkim güç olduğunu kanıtlamak isteyen ABD, rakiplerine denizlerde meydan okuduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır.
- Washington yönetimi, müttefik ve dost ülkelere birlikte hareket etme mesajı vermektedir.
- ABD, Çin’i birincil tehdit olarak tanımlamakta ve Çin’i sınırlandırmanın yollarını aramaktadır.
- Washington yönetimi, siber savaş dahil olmak üzere taktik, stratejik ve teknolojik deniz doktrinlerini açıklamıştır.
- ABD, Kuzey Buz Denizi ya da diğer adıyla Arktik Okyanusu’yla özel olarak ilgileneceğini beyan etmiştir.
Belirtmek gerekir ki; ABD, bir düşman belirleyerek onu hedef göstermeyi ve bu kapsamda belirlenen düşmana karşı işbirliği yapacağı aktörleri belirlemeyi ilk kez yapmamıştır. Nitekim 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırılarının ardından dönemin ABD Başkanı George W. Bush da benzer bir politika uygulamıştır.
ABD’nin böylesi bir doktrine yönelmesi, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın arifesinde yükselen Alman deniz gücüne karşı koymak isteyen İngiliz yetkililerin yaptığı açıklamalara ve bu dönemde hayata geçirilmek istenilen stratejilere benzetilebilir. Zira ABD, Çin’in yükselen ticari ve askeri gücünü engellemek ve bunu yaparken de Rusya da dahil olmak üzere Pekin’le müttefiklik ilişkisi tesis edebilecek aktörleri sınırlandırmak arzusundadır. Washington’un bu politikadaki amacı da tek küresel hegemon güç konumunu sürdürebilmektir.
Kısacası ABD, donanma gücü vesilesiyle dünyanın herhangi bir yerinde ihtiyaç duyulması halinde, her soruna yetişebilecek askeri imkân ve nükleer kabiliyete sahip olduğunu göstermektedir.
Öte yandan 2020 yılının Şubat ayında toplanan Münih Güvenlik Konferansı’nda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Almanya Cumhurbaşkanı Frank Walter Steinmeier’in yaptığı açıklamalar da Transatlantik ilişkilerin askeri ve ticari bakımdan tehlike altında olduğunu ve müttefikler arasında mühim görüş farklılıklarının bulunduğunu gözler önüne sermiştir.
İşte bu ortamda Pompeo, “Üç Deniz Stratejisi” fikrini ortaya atmıştır. Pompeo’nun üç denizden kastı ise Baltık Denizi, Adriyatik Denizi ve Karadeniz’dir. Bu bağlamda bahsi geçen stratejinin hedefi Rusya’yı kendi yakın çevresinde sınırlandırmak ve “Kuşak-Yol Projesi” kapsamında hem denizlerden hem de karadan Çin’in Avrupa pazarına ulaşmasını engellemektir. Ancak burada Türkiye açısından birkaç önemli husus vardır. Bu noktada bölgede yaşanabilecek gelişmelerin Türkiye için birinci derecede güvenlik sorunu oluşturabileceği ifade edilebilir. Yani Türkiye, Karadeniz’in güvenliğini önemsemektedir. Ayrıca Çin ve Rusya’nın yanı sıra Türkiye’nin de ABD nezdinde dikkat edilmesi gereken bir aktör olarak algılanması da göz ardı edilmemelidir.
Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier ise “Batısızlık” (Westlessness) kavramını ortaya atarak hem ABD’ye serzenişte bulunurken hem de AB içindeki liderliğini daha da pekiştirmek için Avrupalı değerlere geri dönülmesi çağrısında bulunmuştur. Dolayısıyla ABD, bu tarz deniz doktrinlerini açıklasa da gerek AB içinde gerekse de Karadeniz bölgesinde her istediğini yaptıracak güçte değildir. Çünkü Almanya’nın başını çektiği ve ekonomileri diğer üyelere göre çok daha iyi olan Hollanda, Belçika ve Fransa gibi AB üyesi aktörler, ABD’nin uluslararası sistem üzerindeki konumundan rahatsızdır.
Üstelik Almanya ve diğer AB ülkeleri, doğalgaz ve petrol başta olmak üzere birçok hammaddeyi Rusya’dan ithal etmektedir. Çin’in de Fransa başta olmak üzere birçok Avrupalı devletle devasa boyutlarda ticari anlaşmaları bulunmaktadır. Örneğin Yunanistan’daki Pire Limanı’nın Çinliler tarafından kiralaması, Washington yönetimini tedirgin etmiştir. Buna karşılık ABD, “bir taşla iki kuş” vurmak için kurulduğu yıllardan itibaren suni bir şekilde Yunan kamuoyuna pompalanan “Türk paranoyasını” kullanmaya çalışmaktadır. Bu anlamda ABD, Türkiye’nin sinir ve sınır uçlarına dokunacak birtakım hamleler yaparak Yunanistan’da 20 tane askeri üs edinmiştir. Fakat Atina yönetimi, bu durumdan kısa vadede memnun kalsa da orta ve uzun vadede Yunanistan’ın çağdaş bir sömürge ülkesine dönüşeceği öngörülebilir.
ABD’nin birinci müttefiki olan İngiltere’nin de Çin ve Rusya’yla önemli münasebetleri vardır. İngiltere Gelir ve Gümrük İdaresi HM Revenue and Custom’ın verilerine göre, Rusya ile İngiltere arasındaki ikili ticaret hacmi, dünya ithalat-ihracat sıralamasında ilk yirmide yer almaktadır.
AB ülkelerinin çoğu enerji ve hammadde açısından Rusya’ya büyük oranda bağımlıyken; ABD bu tedarik zincirini kırmak istemektedir. Ancak Washington yönetiminin bu hedefine ulaşması çok zordur. Bu konuda ABD’nin birinci sorunu, Çin’in öngörülemeyen bir hızla yükselmesidir. Bu yüzden de Biden, ilerlemiş yaşına ve Covid-19 salgınına rağmen ilk yüz yüze resmi görüşmesini Japonya Başbakanı Yoshihide Suga’yla yapmıştır.
Bahse konu olan görüşmenin ardından Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, Washington yönetiminin 1960 tarihli Karşılıklı Güvenlik ve İşbirliği Anlaşması çerçevesinde müttefik olarak tanımladığı Japonya’yı “nükleer silahlarla savunmaya kararlı olduğu” belirtilmiştir. Özü itibarıyla Biden yönetimi, Çin ve Kuzey Kore’ye karşı Pasifik’teki ittifakını kemikleştirmeye çalışmaktadır. Fakat ironik bir biçimde dünyada ilk defa ve üstelik iki kez nükleer bomba atan devlet ABD ve söz konusu bombardımanda hedef olan ülke de Japonya’dır.
Biden ve Suga’nın görüştüğü diğer konular ise Güney Çin Denizi’ndeki Çin yayılmacılığının önlenmesi ve Tayvan’ın durumu olmuştur. ABD gerek Atlantik ekseninde gerekse de Pasifik’te safları ve ittifakı yeniden belirlemeye ve harekete geçirmeye çalışmaktadır. ABD’nin Pasifik’teki işi çok zor olduğu gibi, Soğuk Savaş’ta müttefik arka bahçesi olarak gördüğü Avrupa’da da işler istediği gibi gitmemektedir. Kaldı ki; NATO’nun halen en büyük ikinci askeri gücü konumunda bulunan Türkiye’yle de ilişkileri normal ve makul bir seviyede değildir. Çünkü Washington yönetimi, PKK terör örgütünün Irak ve Suriye’deki uzantıları olan terör örgütü PYD-YPG’ye açık destek vermekte ve S-400, Doğu Akdeniz, Ege ve Libya gibi daha birçok konuda Türkiye’nin karşısında yer almaktadır.
Güncel gelişme olarak cereyan eden Ukrayna ile Rusya arasındaki gerilim ise Türk Boğazları ile Karadeniz’i yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle de Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren hassas bir meseledir. Zira tarih boyunca Karadeniz’deki barış ve istikrarın Türkiye’nin güvenlik ve huzuruna katkı sağladığı görülmüş ve aksi durumlarda ise Türkiye de süreçlerden olumsuz etkilenmiştir. Bu noktada vurgulanması gereken en önemli husus, NATO ve diğer Batılı unsurların donanmalarının istedikleri gibi hareket edemedikleri tek denizin Karadeniz olduğudur.
Ukrayna ile Rusya arasındaki kriz vesilesiyle ABD ve müttefikleri, Moskova’nın saldırgan ve haksız tutumlarını bahane ederek Karadeniz üzerinden Rusya’yı daha da saldırgan bir tavır içine itmek niyetindedir. Ancak hatırlanacağı gibi, 2008 yılında Güney Osetya’daki Rusya-Gürcistan çatışmasında da ABD ve müttefikleri, Gürcistan’a verdikleri sözleri tutmamıştır.
Diğer taraftan Kırım’ın tarihi ve coğrafi özelliklerini ön plana çıkarmak isteyen ABD’nin bölgede bir Türk-Rus anlaşmazlığı ve hatta çatışması yaratmak istediği söylenebilir. Burada Türkiye’ye büyük ve önemli bir diplomatik görev düşmektedir. Zira Ankara, Kiev ile Moskova arasında arabuluculuk yaparak bölgesel bir savaşı önleyebilecek kapasiteye sahiptir. Türkiye’yi zora sokan durum ise Batı’nın desteğini alan Kiev yönetiminin geri adım atmamasıdır. Dahası Ukrayna’yla olan olumlu münasebetlerini sürdürmek isteyen Türkiye, Rusya’yla da son yıllarda inişli çıkışlı da olsa devam eden ticari ve askeri ilişkilerinin Ukrayna sebebiyle bozulmasını istememektedir. Bu noktada Kiev yönetiminin NATO’yla üyelik sürecinin başlamamasını göz önünde bulundurarak Rusya’nın askeri kapasitesini rasyonel bir şekilde değerlendireceği öngörülebilir.
Özetle aynı milletten ve dinden olan ve tarihte “Doğu Slavları” olarak geçen Ukrayna ve Rusya, Batı ile Rusya arasındaki güç mücadelesinin merkezi konumuna gelmiştir. Çünkü Ukrayna’nın verimli topraklarının bulunması ve demir ve kömür madenlerine ev sahipliği yapmasından ötürü Batı’nın bu ülkeye olan ilgisi her geçen gün daha da artmaktadır. Batı için bölgede kullanışlı bir durum da vardır. Zira aynı kökten gelseler de 19. yüzyılda ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan kanlı çekişmeler ve sürgünler neticesinde Kiev, Moskova’ya düşman olmuştur.
Neticede Birinci Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi’nin açılması, bilindiği gibi Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin donanmaları sayesinde başlamıştır. Dolayısıyla tarihi ve uluslararası hakikateler ışığında olayları ele alıp analiz etmek her ülke için elzemdir.