İstanbul’daki Dörtlü Suriye Zirvesi ve bölgede yaşanan gelişmeler, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) dünyadaki liderliğini sorgulayacak nitelikte gelişmeler olmuştur. Suriye krizine kadar bölgede tek büyük güç gibi rahatça davranabilen ABD’nin rolü, kriz sırasında bölgeye yeniden bir giriş yapan Rusya tarafından sınırlandırılmıştır. Dahası Washington’un tüm karşı çıkışlarına rağmen Rusya-Türkiye-İran üçlüsünün Suriye’deki ateşkes sürecinde ciddi bir rol üstlenmeleri, Avrupa tarafından da bu ülkelerin ciddiyetle karşılanmasına yol açmıştır. İşte bu nedenle İstanbul’daki Dörtlü Zirve, ABD’nin buraya dahil edilmemesi ve ABD haricinde bölgesel konuların tartışılması nedeniyle önem taşımaktadır. Neticede bir zirvenin yedi yıldır süren çatışmaları hemen sona erdirmesi beklenmemektedir. Fakat ortak bir çatı altında toplanıp konunun detaylı bir biçimde tartışılması, önemli bir gelişmedir.
Türkiye’nin PKK/PYD/YPG terör örgütleri konusunda Fransa ve Almanya’dan farklı düşündüğü ve bu süreçte söz konusu terörist unsurları bölgeden temizlemek istediği açık olmakla birlikte sadece Devlet’ül Irak ve’ş Şam (DEAŞ) savaştıkları için bölgenin meşru bir gücüne dönüştürülmeye çalışılan Yekineyen Parastina Gel/Halk Koruma Birlikleri’nin (YPG) bu pozisyonunun tek destekçisi Beyaz Saray olarak görünmektedir. Suriyeli mülteci akınının kendi ülkelerinin sistemini zorda bıraktığını düşünen Paris ve Berlin de Suriye’de kapsamlı bir çözümün bir an önce oluşturulması gerektiğini savunmaktadırlar. Aksi takdirde ülkelerindeki mültecilerin kalıcı hale gelmesi durumu oluşacaktır. Bu da art arda yerel seçim hezimeti yaşayan Almanya Şansölyesi Angela Merkel için durumun daha kritik hale gelmesine yol açacaktır. Merkel’in siyaseti bırakacağını açıklaması, Almanya için önemli bir konudur. Fakat daha da önemli yanı, ülkedeki yeni siyasi dengenin nasıl oluşacağıdır. İbrenin sağ tarafı kayması demek, aşırı sağcıların siyasi rolünün artmasını beraberinde getirebilir. Bu da Almanya’daki hassas dengenin ve dolayısıyla Avrupa’daki düzenin bozulmasına neden olacaktır. Bahsedilen gelişme, ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve gelmesiyle sık sık gerilen ABD-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri açısından Avrupa’nın gerilemesine yol açabilme potansiyeli taşımaktadır. Suriye krizi, Washington ve Brüksel arasındaki Ortadoğu’ya yönelik yaklaşım farkını da açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Türkiye-ABD ilişkilerinde son dönem yaşanan hareketlilik ve gerek Rahip Andrew Brunson konusu gerekse Kaşıkçı cinayeti, sadece Türkiye’de değil; ABD’de de farklı yorumlara neden olmuştur. Brunson Olayı, her ne kadar kapanmış olarak görülse de bazı kesimler gelişmelere farklı bir açıdan yaklaşmıştır. Bu bağlamda Trump’ın Brunson yargılandığı dönemde attığı tweetleri ve Türk lirasında değer kaybı yaşandığı sıralarda söylediklerini, hukuki sürecin ilerlediği davaya edilen bir müdahale olarak görmüşlerdir. Bununla birlikte konuyu Batı’nın savunduğu liberal değerler ve hukukun bağımsızlığı ilkesine kadar götürenler olmuştur. Batı’nın her zaman Doğu Avrupa ve Avrasya’daki diğer ülkeleri desteklediğini, buralardaki demokratikleşme süreçlerine ve yolsuzlukları azaltmak için yargının bağımsızlığı ilkesine önem verdiğini belirtenler, Brunson Olayı’nda farklı düşünmeye başlamışlardır. Söz konusu olayla birlikte, Batı’nın kendi değerleriyle çatışan faaliyetleri aleni bir biçimde gerçekleştirdiği görüşü ağırlık kazanmıştır. Trump’ın kendi ülkesindeki Evanjeliklerin desteğini kazanmak ve prestiji arttırmak için Türkiye’de dava süreci devam eden bir konu hakkında doğrudan ve agresif açıklamalar yapması, Batı’nın yargı bağımsızlığına ne derece saygı gösterdiğini de bir nebze olsun göstermiştir.
Benzer bir sorun da Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda öldürülen Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı Olayı’nda ortaya çıkmıştır. İlk günden beri Kaşıkçı’nın orada öldürüldüğüne dair şüpheler olmasına rağmen Trump yönetimi, ihtiyatlı davranmıştır. ABD Başkanı, Şüphelerin konsolosluk çalışanları üzerine yoğunlaşması ile birlikte Kaşıkçı’nın orada öldürüldüğü doğruysa bunun Riyad için ciddi sonuçları olacağını söylemiş; fakat ilerleyen günlerde bu ifadeler yumuşatılmıştır. Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz el-Suud’un sorumlu olduğu yönünde yapılan açıklamaların ardından Trump, “Suudi Arabistan’ın bölgede önemli bir müttefik” olduğunu belirtmiş ve sonuç itibariyle Kral Salman’ın sorumluluğu olsa dahi cezalandırılmayacağı ima edilmiştir. ABD’nin Riyad’ın tüm negatif tavırları karşısında silah sevkiyatını durdurmaması ve Kaşıkçı Olayı’na rağmen bunu sürdürmesi, Kongre ve Senato’da bazı muhaliflerin seslerinin yükselmesine yol açmıştır. Cumhuriyetçiler arasında da Suudi Arabistan gibi bir ülkenin hala ABD’nin müttefiki olmasının ciddi bir prestij kaybı olduğu söylentileri yayılmaktadır. Yeni olmamakla birlikte bu tarz ifadelerin Trump’ın partisinde açıkça dile getirilmesi, dışişleri bakanlığında ve parti içinde Trump muhaliflerinin güçlendiği izlenimini yaratmaktadır.
Demokratların İran politikası konusunda sık sık eleştirdiği ABD Başkanı, Suudi Arabistan’la ilgili olarak da benzer ifadelerin hedefi olmuştur. Diğer yandan Demokratlar, Trump’ın başlattığı ticaret savaşının hem ABD ekonomisine hem de ülkenin müttefikleriyle olan ilişkilerine ciddi zararlar verdiğini düşünmektedirler. Yapılan eleştiriler, Trump’ın azledilmesi için bir altyapı hazırlığı olarak algılanmaktadır ancak böyle bir durumunda başkanlık koltuğuna ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence gibi koyu Evanjelik ve katı muhafazakâr birisinin oturacak olması, ABD Başkanı’na kötünün iyisi muamelesinin yapılmasına yol açmıştır. Trump, belirtilen gelişmelerin yaşandığı bir ortamda Brunson’ın ülkesine dönmesi konusunu, muhafazakârlar nezdinde kendi imajını düzeltmek için bir malzeme olarak görmüş ve dediğini yapan bir başkan görüntüsü vermiştir. Geçici bir prestij kazanımı sağlayacak olan bu gelişmenin, ülkedeki siyasi bölünmeye çözüm olmayacağı açıktır. Cumhuriyetçiler arasındaki ayrımın Trump üzerinde yoğunlaşması ise ABD’de olası bir sorun çıkması durumunda ABD Başkanı’nın hedef olacağı anlamına gelmektedir.