11 Eylül 2001 tarihinde uluslararası ilişkiler tarihinin önemli kırılma noktalarından birisi olan ve Amerika Birleşik Devleti’ne yönelik gerçekleştirilen terör saldırıları tüm uluslararası sistemde önemli değişim ve dönüşümlere sebep olurken bu durumdan en fazla etkilenen bölge ise Ortadoğu olmuştur. ABD, ilk defa kendi toprakları üzerinde bir saldırıya maruz kalmanın yarattığı reaksiyoner bir tavırla dış politikasını ve güvenlik konseptini değiştirme ihtiyacını hissetmiştir. Bu bağlamda dönemin ABD karar alıcıları dünyayı dost ve düşman ülkeler olarak iki kampa ayırmıştır. Söz konusu kategorileştirmenin düşman listesinde yer alan ve şer ekseni olarak tanımlanan ülkelerin tamamına yakını Ortadoğu’da yer alan ülkelerdir. Şer ekseninin ilk halkası olarak görülen Taliban rejimi ve terör saldırılarının sorumlusu ilan edilen El-Kaide terör örgütünün Afganistan’daki varlığından ötürü bu ülkeye ulusal ve uluslararası güvenlik bağlamında ve uluslararası terörle mücadele gerekçesi ile ABD liderliğindeki koalisyon güçleri tarafından askeri müdahalede bulunulmuştur. Taliban rejiminin devrilmesi ve Afganistan’ın koalisyon güçleri ile yerel güçler tarafından ele geçirilmesinin ardından Saddam liderliğindeki Irak ABD’nin hedef tahtasına oturtulmuştur. Bu süreçte Irak, bölgesel ve uluslararası barışı tehdit eden, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde nükleer silahlara sahip ve insan haklarını ihlal eden bir ülke olarak ilan edilmiş ve Irak’a özgürlük operasyonu adıyla ABD liderliğinde Irak’a askeri müdahale gerçekleştirilmiştir. Söz konusu müdahale uluslararası kamuoyuna Irak’ı özgürleştirme ve ülkeye demokrasi getirme projesi olarak deklare edilse de reelpolitik perspektifte bölgesel ve küresel aktörlerin çıkarları gereği olduğu tartışmasız bir gerçeklikti.
Irak müdahalesi gerek ABD’nin Ortadoğu politikası gerekse Ortadoğu jeopolitiği açısından oldukça önemli bir hadise olmakla beraber hem Ortadoğu’daki statükoyu etkilemiş hem de bölge için kaotik ortamın daha da derinleşmesine yol açmıştır. Söz konusu müdahale sonrası için Ortadoğu’da kartların yeniden dağıtıldığı bir oyun söz konusu olurken bölge ülkeleri ve bölgede çıkarları söz konusu olan aktörler süreçte yeni pozisyon arayışına yönelmiştir. ABD’nin Ortadoğu’daki varlığını pekiştirmesinin ardından ABD’nin bölgedeki müttefikleri ve ABD karşıtı ülkeler de yeni denkleme ilişkin olarak dış politika ajandalarını gözden geçirmişlerdir.
Irak müdahalesine Türkiye perspektifinden bakıldığında Türk dış politikasının ana iki ilkesinden birisi olan statükoculuk ilkesi ile uyuşmayan bir dış politika izleme gereği ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Irak politikası bağlamında da statükocu anlayışın rasyonel olduğu gerçeği yadsınamazdı. Irak’ın kuzeyindeki Kürt tehdidi ve bu tehdidin Türkiye’nin doğusunda da domino etkisi yaratması ihtimali, ülkedeki Türkmen varlığı, Irak’la olan kara sınır ve Irak’ın demografik yapısının gerek etnik gerekse mezhepsel çatışmaya müsait olması Türkiye için risk başlığı altında ele alınan meselelerdi. ABD’nin Irak müdahalesi sürecinde yaşanan “tezkere krizi” Türkiye’nin Irak’ta daha edilgen bir pozisyona gerilemesine ve ABD’nin Türkiye’nin tepkisine rağmen Kürt unsurlar ve hatta PKK bağlantılı gruplarla müttefiklik ilişkisi tesis etmesine sebep olmuştur. Ardından kamuoyuna “çuval olayı” olarak yansıyan kriz gerek ABD-Türkiye ilişkilerine gerekse Türkiye’nin imajına oldukça ağır hasar vermiştir. Müdahale sonrası Irak’ın yeniden inşasında federal sistem üzerinden kuzeyde Kürdistan Özerk Yönetimi’nin kurulması da günümüzde daha farklı bir görünüm arz etse de söz konusu dönemde Türkiye için kayıp olarak ele alınmıştır.
Sonuç itibariyle Türkiye’nin tezkere krizinden dolayı ABD’nin savaş maliyetlerini artırmasının bedeli Türkiye için ağır olmuştur. Türkiye bir yandan ABD ile ilişkilerinde gerilimler yaşamış diğer yandan Irak’ta sistemin dışında tutulmuş olmakla beraber Türk karar alıcılar bakımından sıfır toplamlı olarak ele alınan Kürt varlığı ve PKK etkisi bölgede etkin hale gelmiştir. Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi, Kürt siyaseti bağlamında kazanılan önemli bir başarı ve Bağımsız Kürdistan için de mihenk taşı olarak ele alınmıştır. Ayrıca söz konusu bölgede bölücü terör örgütü PKK ve buna bağlı örgütler gerek insan kaynağı bakımından gerekse lojistik destek bakımından kazanımlar elde etmekle beraber ABD için de sempati ile bakılan yapılar olmaya başlamışlardır.
ABD’nin 1979 yılına kadar bölgedeki partnerlerinden olan İran ise 1979 Devrimi ile birlikte ABD’yi düşman ve şeytan ilan ederek bölgedeki en ABD karşıtı devlet olmuştur. Devrim sonrası Şii jeopolitiği ve rejim ihracı, İsrail karşıtlığı, Sünni Araplar ile mezhepsel çatışma parametreleri üzerinden bölgeden dışlanan ve Rusya ile pozitif ilişkiler tesis eden İran, ABD’nin Afganistan müdahalesine gösterdiği negatif reaksiyonu ve karşıt tavrı Irak politikasında sergilememiştir. Bunun nedenlerine bakıldığında Saddam liderliğindeki Irak’la 8 yıl süren savaş ve çözümlenmeyen sorunların varlığı ile Sünni Arap olan Saddam iktidarının Irak’ta Şii varlığına yönelik tutumu ilk olarak ifade edilebilir. Her iki ülkenin de Ortadoğu’da bölgesel liderlik iddiasında olması da bir diğer neden olarak ele alınmalıdır.
Müdahale sonrası Irak’a bakıldığında İran’ın ülkede ve buna bağlı olarak bölgede önemli mevziler ve kazanımlar elde ettiği görülmektedir. İlk olarak İran ve Şii düşmanı Saddam devrilmiştir. Irak fiilen üçe bölünmüş ve ülkede İran etkisindeki Şiiler önemli bir aktör olarak ortaya çıkmışlardır. İran Anayasası’na bakıldığında da Şii’ler ülke yönetiminde söz sahibi olmuşlardır. Fiili varlığı tartışmalı olan Irak ordusunda Şii etkisi artmış ve Şii milis güçler önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Söz konusu yeni konjonktür Şii jeopolitiği için önemli bir fırsatı doğurmuştur. Bütün bunların yanı sıra Türkiye’nin Irak’ta pasifize edilmesi de İran için bölgesel liderlik bağlamında en önemli rakibine karşı kazançlı olması anlamına gelmektedir. Ayrıca Türkiye için milli tehdit olan PKK ve Kürt otonomisi de sıfır toplamlı oyunda Türkiye’nin kaybına İran’ın ise kazancına işaret etmektedir.
Yakın geçmişte yaşanan ve etkileri günümüzde de devam eden bütün bu gelişmelere bakıldığında ABD’nin Irak’ta tercihini Türkiye’den yana kullanmadığı sonucuna kolaylıkla varılabilmektedir. Tüm bu gelişmeler üzerinden bir okuma yapıldığında ABD dış politika yapıcıları ve karar alıcılarının fayda-maliyet analizi üzerinden değerlemeler yaptığında İran’ın kazançlı çıkacağını hesap etmemeleri ise iyimser bir bakış açısıdır. ABD’nin bu bağlamda İran’ı neden tercih ettiği ise cevap bulunması gereken bir sorudur. Soruya verilebilecek ilk cevap bölgesel konjonktürün İran lehine bir görünüm arz etmesidir. Bununla birlikte ABD, İran’ın bölgede kontrollü bir şekilde etkinliğini artırmasından da kazançlı çıkmaktadır. Bölgede güçlenen İran üzerinden gerek Türkiye ve Sunni Arap devletler gerekse İsrail ile ilişkiler ABD’nin daha etkin kazançlı çıkacağı bir hal almaktadır. Çünkü söz konusu devletler İran’ı tehdit olarak algılamaktadırlar. Bu nedenden ötürü hem ABD ile ilişkilerini daha da geliştirme mecburiyetinde kalmakta hem de Rusya’ya karşı daha mesafeli durmaktadırlar. Bölgesel denklemde yer almak isteyen Rusya ve kısmen Çin’e karşı da İran kartı ABD tarafından kullanılmaktadır. ABD, İran üzerinden özellikle Rusya ile planlanmış kriz çıkarma fırsatını ele geçirmekte hem de bölge ülkelerini İran tehdidinden dolayı Rusya’dan uzaklaştırmaktadır. Bu bağlamda ABD tercihini kendi çıkarlarından yana kullanırken oyunda İran ön plana çıkmaktadır.
Irak bağlamındaki denklem ise hala çözülmüş değildir. Günümüz itibariyle de uluslararası politikanın en önemli gündem maddelerinin başında yer almaktadır. Kimilerine göre Arap Baharının kimilerine göre ise Soğuk Savaş sonrasının bir ürünü olan radikal dinci terör örgütlerinin günümüzde Ortadoğu’daki en güçlü aktörü olan İŞİD/DEAŞ’a yönelik gerçekleştirilen operasyon hem Irak hem Ortadoğu için tek en önemli meseledir. Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’daki İŞİD/DEAŞ unsurlarının temizlenmesi amacıyla gerçekleştirilen operasyon hem bölge jeopolitiğinin yeniden şekillenmesi hem de Türkiye’nin ulusal çıkarları bağlamından Türkiye için önem arz etmektedir. Türkiye’nin gerek güvenlik konsepti gerekse Musul’un Misak-ı Milli bağlamında tarihsel önemi ve etnik yapısından dolayı söz konusu operasyonda aktif rol almak istemesine Bağdat yönetimi tarafından şiddetle karşı çıkılmıştır. ABD ise tercihini Bağdat yönetiminden yana kullanmıştır. Türkiye’nin Irak’ta eğittiği Haşdi Vatani (Ninova Bekçileri) güçlerinin pasif tutulması, Peşmerge ve Şiiler’den oluşan Haşdi Şabi güçlerinin operasyonda etkin olması, Türkiye’ye yakın olan eski Musul Valisi ve Ninova Bekçileri komutanı Esil Nuceyfi hakkında tutuklama kararı çıkarılması gelişmelerini ve Türkiye’nin kara birliklerinin operasyonda yer almaması hatta hava unsurlarının da operasyondaki pozisyonunun netlik kazanmaması da ABD’nin tercihini anlamak için yeterli argümanlardır. Türkiye’nin tercih edilmemesinin dolaylı bir sonucu olarak İran’ı tercih edilmesi şeklinde analiz edilmesi çok sığ bir yorum olsa da Şii milis güçlerinin operasyondaki etkinliği hatta önümüzdeki günlerde Haşdi Şabi güçlerinin Irak ordusuna entegresinin yasallaşacağı gelişmeleri İran’ın Irak’taki varlığının güçlendirildiğinin göstergeleridir.
ABD’nin özelde Irak’ta genelde ise Ortadoğu’da İran’ın elini kuvvetlendiren hatta nükleer anlaşma sonrası kısmen gelişen Batı-İran ilişkilerindeki geçmişe nispetle olumlu havanın kısa vadeli konjonktürel bir durum mu yoksa uzun vadeli bir stratejinin parçası mı olduğu ise cevap aranması gereken önemli bir sorun olarak güncelliğini korumaktadır.