Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan yeni uluslararası sistemde Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) üstleneceği yeni görev tanımı, sıkça tartışılan bir konu olmuştur. Kimileri, Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından NATO’nun varlık gerekçesini yitirdiğini ve ittifakın ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu düşünce, Avrupa güvenliğinin temel aktörlerince benimsenmemiş ama önemli bir soruna işaret etmiştir. NATO, ortak bir askeri tehdide karşı koymak adına oluşturulan bir savunma ittifaktır. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrasında ortak tehdidin ortadan kalkması ve güvenliğin askeri olmayan boyutlarının önem kazanması, NATO için bir varoluşsal sorun yaratmıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması’nın meşhur 5. maddesiyle tanımlanan ortak askeri tehditlere müşterek karşılık verme şeklindeki görev tanımı, Soğuk Savaş sonrası dönemde önemini nispeten yitirmiştir. Zira artık belirsiz tehditler söz konusudur ve müttefikler farklı şekilde algıladıkları bu tehditlerle nasıl baş edileceği konusunda muhtelif yöntemler benimsemişlerdir. Bu fikir ayrılıkları, NATO’nun yeni kimliğinin ne olması gerektiği konusunda bir uzlaşı sağlanmasını engellemiştir. Hatta NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği şeklinde iddialı açıklamalar da dile getirilmiştir.
NATO’nun varlık sebebinin tartışmaya açıldığı bir ortamda başlayan Ukrayna Savaşı ise Rusya’nın ortak bir tehdit haline geldiğini ve 5. maddede tanımlanan görevlerinin halen önemli olduğunu göstermesi bakımından NATO’ya bir anlamda can suyu vermiştir. NATO müttefikleri arasındaki ortak kader duygusu, Soğuk Savaş sonrası dönemde ilk kez bu denli güçlenmiştir. Avrupa güvenliğinin temel kurumsal çatısının halen NATO olduğu ve bunun uzun bir süre daha değişmeyeceği, artık hemen herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu durumda uluslararası sistemdeki yeni eğilimler karşısında NATO’nun nasıl bir rol oynayacağı sorusu da yanıt bekleyen önemli konulardan biridir.
Rusya-Ukrayna Savaşı, uluslararası sistemdeki büyük güç mücadelesinin bir ürünüdür ve hatta NATO genişlemesi, bizzat söz konusu savaşın nedenlerindendir. Bu bakımdan Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında NATO’nun büyük güç mücadelesi bağlamında ortaya çıkan yeni meydan okumalara yanıt vermeye hazır olup olmadığı da önem kazanan bir sorudur. Bu soruya cevap aramadan önce, NATO müttefiklerinin büyük güç mücadelesinde karşılaştığı tehditleri kısaca değerlendirmekte yarar vardır.
İttifakın karşılaştığı en önemli güvenlik sorunu, Avrupa’nın doğusunda Rusya’dan kaynaklanan askeri tehditlerdir. Bu tehditler, farklı boyutlara sahiptir. Birincisi, nükleer bir güç olarak Rusya’nın caydırılması gerekmektedir. İkincisi de Rusya’nın Ukrayna’dakine benzer bir askeri çatışmayı NATO topraklarına doğru genişletmesinin önlenmesi; yani tüm NATO topraklarının savunulması ihtiyacıdır. Üçüncüsü ise Rusya’nın NATO’ya yönelik doğrudan bir saldırısı olmasa bile sınır bölgelerini ya da gri alanları istikrarsızlaştırmasının ve ittifak üyelerinin iç işlerine karışmasının önüne geçilmesi meselesidir.
Büyük güç mücadelesi bağlamında NATO’nun karşılaştığı bir diğer güvenlik sorunu da Çin’in yükselişinden kaynaklanmaktadır. Fakat Çin’le süren rekabet, NATO için doğrudan bir askeri tehdit oluşturmak yerine daha çok ekonomik/teknolojik mücadele bağlamında ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim NATO’nun Çin’le ilişkilere bir güvenlik sorunu olarak değinmesi, yakın bir geçmişte söz konusu olmuştur. Çin’in sadece ekonomik bağımlılıklar inşa etmediğine ve teknoloji alanında müttefik ülkeler için kırılganlıklar yarattığına dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla Çin, en azından kısa ve orta vadede NATO’ya yönelik askeri bir tehdit oluşturmamakta ama ekonomik/teknolojik bakımdan birtakım güvenlik zafiyetleri yaratmaktadır.
Mevcut sorunlar karşısında başa çıkılması gereken temel zorluklardan biri, Avrupa savunmasının halen büyük ölçüde ABD’ye dayanmasıdır. Dolayısıyla geçmişte de sıkça tartışılan yük paylaşımı sorunu, günümüzde yeniden önem kazanmıştır. Fakat yük paylaşımı, sadece hangi müttefikin ne kadar maliyet üstleneceğine ilişkin bir mesele değildir. Konu, bir bütün olarak ittifakın savunma yapılanması bağlamında değerlendirilmektedir.
Öncelikle ABD’nin Avrupa savunmasında halen önemli bir rol oynadığı ve oynamaya devam edeceği kabul edilmelidir. Rusya’ya karşı NATO’nun caydırıcılık kapasitesi de ABD’den kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte ABD, son yıllarda Dörtlü Güvenlik Diyaloğu (QUAD) ve AUKUS gibi yapılanmalarla Hint-Pasifik’e yönelik yeni ittifak yapıları inşa etmektedir. ABD’nin aynı anda iki cephede büyük güçlerle mücadele etmesi, çevreleme ve dengeleme politikaları izlemesi kolay değildir. Bu nedenle Washington yönetimi, Avrupa’daki yükünü azaltacak ve Hint-Pasifik’e odaklanmasını sağlayacak şekilde, Avrupalı müttefiklerinin daha fazla sorumluluk üstlenmesi ve askeri kapasitelerini artırması konusunda daha talepkâr olacaktır.
Avrupalı müttefiklere yukarıdan bakan ve Avrupa’nın savunmasına katkı sağlamakta son derece isteksiz olan Donald Trump’ın veya onunla benzer görüşlere sahip bir başkanın ABD’de yeniden seçilmesi ihtimali de göz ardı edilemeyecek bir konudur. Bu tarz olası senaryolar da Avrupalıların kendi topraklarını savunmak adına ABD’nin savunma yeteneklerini ikame edecek şekilde kendi yeteneklerini artırmalarını gerektirecektir.
En az yük paylaşımı kadar mühim olan bir diğer sorun da NATO üyelerinin arasındaki dayanışmanın sürdürülmesidir. Çünkü halihazırda karşılaşılan askeri tehditler, aynı zamanda siber güvenlik, dezenformasyon, NATO’ya komşu coğrafyaların istikrarsızlaştırılması, NATO üyelerinin iç meselelerine karışılması ve enerji krizinin gösterdiği üzere çeşitli kırılganlıkların koz olarak kullanılması gibi yöntemlerle ortaya çıkmaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın etkisiyle bu dayanışma duygusu sağlanmış görünse de bunun ilerleyen dönemlerde de sürdürülmesi amaçlanacaktır. Bu yüzden de NATO’nun çevresinde uzun süre devam edecek çatışma ve istikrarsızlık alanlarına karşı müttefik ülkeler içsel dayanıklılıklarını arıtmak durumunda kalacaktır.
Çin’den kaynaklanan tehditler ise çok daha farklı bir nitelik taşımaktadır ve NATO’nun Çin’e karşı oynayacağı rol sınırlıdır. Bunun bir nedeni coğrafi uzaklıktır. Avrupalı NATO müttefikleri Hint-Pasifik bölgesine bir güç projeksiyonu sunmakta isteksizdir ve bunun değişmesi beklenmemektedir. Avrupalı müttefiklerin ABD’nin yükünü hafifletmeleri, Washington yönetimine daha fazla kaynağı Hint-Pasifik bölgesine yönlendirme imkânı vereceği için yeterli olacaktır. NATO’nun Çin’e karşı oynayacağı rolün sınırlı olmasının bir diğer nedeni de bu ülkeyle yaşanan güvenlik sorunlarının ekonomik/teknolojik rekabetten kaynaklanan kırılganlıklara ilişkin olmasıdır. Çin Batı ittifakına karşı askeri bir tehdit oluşturmamaktadır. Dolayısıyla ABD’nin Çin’le mücadelesinde NATO’dan ziyade; Avrupa Birliği’ne (AB) ihtiyacı bulunmaktadır.
Çin’le süren ekonomik/teknolojik rekabette ABD için AB’nin işbirliği önem kazanmaktadır. Diğer yandan NATO ile AB arasındaki uyum da önem kazanmaktadır. NATO’suz bir Avrupa güvenliği mümkün olmadığı gibi Avrupa’nın kendi savunma yeteneklerini artırması için AB’nin oynayacağı rol de hayati bir önem taşımaktadır. Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında NATO’nun kendisine yeniden bir varlık sebebi bulmasına benzer şekilde AB’nin de bütünleşmeye hız vermek için yeni bir motivasyon bulup bulamayacağı belirsizdir. Fakat uluslararası sistemde artan büyük güç mücadelesi, ABD ile AB’yi daha fazla ortaklığa itmektedir. Bu iki aktör arasındaki güvenlik ortaklığının ve eşgüdümünün sağlanması bakımından NATO, önemli bir rol üstlenmekte ve bu bakımdan büyük güç mücadelesi karşısında kendisini yeniden inşa etme göreviyle karşı karşıya kalmaktadır.
Sonuç olarak NATO, üye ülkeler için ne kadar işlevsel olur ve müttefiklerin güvenlik ihtiyaçlarını ne oranda karşılarsa, rakip devletler nazarında o kadar caydırıcılık ve saygınlık kazanacaktır.