24 Şubat 2022 tarihinde başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı, Avrupa’nın geleneksel kodlarında yer alan aşırı sağın yükselişini tetiklemiş ve demokrasi ve insan hakları gibi değerlerin retorikten ibaret olduğunu gösteren gelişmelerin hız kazanmasına yol açmıştır. Esasen söz konusu gelişmeler, 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırılarının ardından İslamofobi’nin artması ve dolayısıyla “İslam”ın “öteki” olarak konumlandırılmasıyla başlamıştır. 2008 yılındaki küresel ekonomik kriz, 2011 senesinde patlak veren Arap Baharı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan göç hareketleri, 2014 yılındaki Ukrayna Krizi, 31 Aralık 2020 tarihi itibarıyla gerçekleşen Brexit ve Covid-19 salgını ise Avrupalı toplumlarda ulusal hırsların belirginleşmesine ilişkin cereyan eden süreci derinleştirmiştir.
Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında Avrupa’nın korkularını ön plana çıkaran iki temel husustan bahsedilebilir. Bunlar; güvenlik ve ekonomidir. Güvenlik boyutunda enerji, gıda, göç ve hatta sınırlar başta olmak üzere çok boyutlu bir durumdan bahsetmek mümkünken; ekonomik anlamda ise Avrupa’nın tıpkı iki savaş arası dönemde olduğu gibi hiperenflasyon gerçeğiyle yüzleştiği ifade edilebilir. Bu da iktisadi sorunların sosyal ve akabinde siyasi krizleri beraberinde getirmesine sebebiyet vermektedir.
Nitekim her geçen gün daha da istikrarsızlaşan Avrupa; istifa eden hükümetler, keskinleşen ulus-devlet refleksleri ve yükselen aşırı sağ realitesiyle karşı karşıyadır. Bu anlamda Almanya’da Adolf Hitler’i ya da İtalya’da Benito Mussolini’yi ortaya çıkaran koşulların günümüzde bir kez daha tekerrür ettiği öne sürülebilir. Zaten İtalya’da Georgia Meloni liderliğindeki İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin seçim zaferi, “sosyal demokrasinin beşiği” olarak nitelendirilen İsveç’te aşırı sağın iktidara gelmesi, İngiltere’deki politik kargaşaya rağmen Muhafazakâr Parti’nin liderliğini sürdürmesi, Almanya’da PEGIDA başta olmak üzere neo-Nazi grupların artan etkinliği ve Fransa’da Ulusal Cephe’nin yükselişi, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı öncesindeki atmosfere sürüklendiğini teyit eder mahiyettedir.
Üstelik enerji krizinden dolayı Almanya, Fransa ve Çekya gibi ülkelerde yaşanan ve devletlerinin Rusya politikasını tenkit eden protestolar, hükümetlerin kendi ulusal çıkarlarına öncelik veren bir siyaset yürütmesi noktasında ciddi bir toplumsal baskıya maruz kaldığını ortaya koymaktadır. Zira yaptırımlar üzerinden Rusya’yı zayıflatmayı amaçlayan hamleler, adeta bir “bumerang etkisi” yaratarak Avrupa’yı etkilemekte ve bu da fakirleşen toplumların tepkisini çekmektedir. Dolayısıyla pek çok uzman tarafından yapılan değerlendirmelerde kamuoyu faktörünün göz ardı edildiği görülse de söz konusu baskının daha da artacağı açıktır. Yani sadece aşırı sağ partiler değil; kıtanın genelinde hükümetler de aşırı sağ söylemlere yönelme eğilimindedir. Haliyle ilerleyen dönemde kıta içerisindeki bölünmüşlüklerin birtakım siyasi kırılmalara sebebiyet vereceği iddia edilebilir.
Kısaca özetlemek gerekirse, Avrupa Birliği’nin (AB) değerler üzerinden geliştirdiği idealist söylemlerin altından her ulusun kendi çıkarlarına öncelik verdiği ve tartışmalı tarihsel kodlarına dönüş arzusunu yansıttığı oportünist bir pragmatizm çıkmaktadır. Elbette bu durum, tıpkı İkinci Dünya Savaşı öncesindeki gibi, özelde “Avrupa Krizi” ve genelde ise “Batı Krizi” şeklinde nitelendirilebilecek bir sürece kapı aralamaktadır.
Batı’nın en mühim sorunu ise Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) liderliğinin yarattığı özgüven problemi olarak dikkat çekmektedir. Çünkü AB ülkeleri, Hitler Almanyası’nın yaşadığı aşağılanmışlık duygusunu iliklerine kadar hissetmektedir. Her ne kadar Amerikan liderliği, kıta ülkeleri için güvenlik konusunda konforlu bir alan yaratsa da Trans-Atlantik ilişkilerde zaman zaman gündeme gelen farklılıklar, “Hangi Batı?” sorusunu tartışmaya açmaktadır. Bu da aktörlerin revizyonist bir siyasete yönelmelerini beraberinde getirebilir.
Bu noktadaki en kritik mesele ise Kıta Avrupası’nın liderliği mevzusudur. Son dönemde Almanya ve Fransa arasındaki anlaşmazlıkların ve rekabetin ivmelenmesi de Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın liderliği için yaşanan mücadeleyi hatırlatmaktadır.
AB’nin ekonomik devi olan Almanya’nın ulusal hırslarının canlandırdığını gösteren silahlanma kararı ve buna karşılık Fransa’nın Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) hamlesi, AB-AST tartışmaları özelinde Berlin-Paris ayrışmasının kontrolden çıkabileceğine işaret etmektedir.
Üstelik İkinci Dünya Savaşı ve son olarak da Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan dersler çıkardığı düşünülen Almanya’nın Çin yönelimi de Berlin’in hedeflerinin yıkıcı bir hale bürünebileceğini gözler önüne sermektedir. Bu nedenle de Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un 4 Kasım 2022 tarihli Pekin ziyareti büyük bir sembolik öneme haizdir. Bu noktada İkinci Dünya Savaşı öncesinde ortaya çıkan “Yükselen Asya Güçlerini” ve Japonya özelinde gelişen “Faşist İttifak” anlayışını da göz ardı etmemek gerekmektedir. Zira dünya, bir kez daha “Yükselen Asya” temalı tartışmalara tanıklık etmektedir.
Dahası Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Napolyonist politikalar çerçevesinde ülkesini, eski sömürge coğrafyasıyla yakından ilgilenen bir aktöre dönüştürmesi, bunu yaparken de iç politikada aşırı sağa “Sarı Yelekliler” bağlamında adeta alan açması, yükselen milliyetçiliğin sömürgeciliği tetiklediği dönemleri anımsatmakta ve aktörlerin entegrasyonist politikaları terk ederek emperyalist geçmişlerine dönüşün yollarını aradığını göstermektedir.
Elbette mesele, Kıta Avrupası’yla sınırlı değildir. Çünkü görkemli imparatorluk günlerine dönmenin yollarını arayan bir İngiltere de vardır. Aslında Brexit de mevzubahis hedefe hizmet etmesi maksadıyla hayata geçirilmiştir. Nitekim Avrasya jeopolitiğinde etkili olmak isteyen; yani “Yeni Büyük Oyun”a dahil olmaya çabalayan ve tarihteki “Büyük Oyun”un temel öznesi olan İngiltere, Doğu Avrupa üzerinden Avrasya’ya açılmaya arzusu içerisindedir. Zaten Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan kısa bir süre önce İngiltere, Polonya ve Ukrayna arasında imzalanan savunma temelli işbirliği anlaşması da bu politikanın bir çıktısıdır. Londra’nın Kiev ve Moskova’ya olan yaklaşımında AB başkentlerinden tamamen ayrışması ve çok daha radikal bir perspektif ortaya koyması da söz konusu hedeften kaynaklanmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, İkinci Dünya Savaşı’na giden sürecin özelliklerinden biri de savaşların yaşanmasını önlemek maksadıyla kurulan Cemiyet-i Akvam/Milletler Cemiyeti’nin (MC) başarısızlığıdır. Günümüzde ise krizler karşısındaki etkisizliğiyle dikkat çeken Birleşmiş Milletler (BM), benzer bir akıbetle yüzleşebilir. Hülasa, BM’nin yapısına ilişkin birtakım reformların gerçekleştirilememesi halinde, Avrupa’nın sağ-popülizmden sağ faşizme gidişini engellemek mümkün olmayabilir. Bu da Kıta Avrupası’nı savaşların cereyan ettiği temel coğrafyaya dönüştürebilir. Tarihin gösterdiği acı gerçek de budur.
Tüm bu değerlendirmeler, Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında özelde Avrupa’da ve genelde ise Batı’da yaşanan ayrışmayı yansıtmaktadır. Ukrayna konusunda sorulacak “Nasıl bir gelecek?” sualine verilecek yanıtlar, Avrupa güvenlik mimarisini şekillendireceği gibi, Kıta Avrupası’ndaki kırılganlıkları da tetikleyebilir. Zira mevcut görüntü İkinci Dünya Savaşı’nı her bir boyutuyla fazlasıyla andırmaktadır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse AB, aşırı sağla birlikte yükselişe geçen keskin ulus-devletçi anlayışın yıkıcı tehdidiyle karşı karşıyadır. Bu bağlamda Brexit’le kapısı aralanan bölünme süreçlerinin “Akdeniz Avrupası” ve “Doğu Avrupa” merkezli yeni meydan okumalarla birlikte daha da derinleşme ve genişleme eğiliminde olduğu ifade edilebilir. Dünya, Avrupa merkezli bir “Batı Sorunu”yla bir kez daha karşı karşıyadır. Hitler ve Mussolini’nin hayaletleri adeta Avrupa semalarında dolaşmaktadır. Şüphesiz bu sürecin bilahare yorumlanması gereken bir de Asya boyutu vardır.