Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaş, nükleer çatışma riskini de gündeme getirmiştir. Rusya, birçok kez nükleer silahları kullanmaya hazır olduğunun mesajını vermiştir. Zaporijya Nükleer Santrali’ne ilişkin tartışmalar da nükleer tehdidin farklı bir yönünü ortaya koymaktadır. Ukrayna’da yaşanacak nükleer bir çatışma, telafisi olmayan zararlara sebep olacaktır. Neyse ki; nükleer çatışma riskini azaltmayı amaçlayan küresel nükleer düzenin temelleri sanıldığından daha sağlamdır.
Öncelikle, Rusya’nın nükleer tehditlerinin kesin bir niyet beyanı olmadığının ve tüm seçeneklerin masada bulunduğu şeklinde muğlak mesajlar içerdiğinin altı çizilmelidir. Moskova yönetimi, söz konusu tehditlerini, Batı’nın Ukrayna’ya destek amacıyla doğrudan bir askeri müdahalede bulunmasını önlemek maksadıyla gündeme getirmektedir. Fakat bu durum, nükleer çatışma riskinin önemsiz olduğu anlamına da gelmemektedir.
Rusya-Ukrayna Savaşı, bir yandan nükleer silahların kontrolüne ilişkin küresel düzeni olumsuz etkilemekte; diğer taraftan da çatışmalarda nükleer silahların kullanımına ilişkin varsayımların gözden geçirilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla nükleer silah tabusunun sarsılması, uluslararası gündemin en önemli meselelerinden biri olarak ön plana çıkmaktadır.
Ukrayna’da nükleer bir çatışma yaşansa da yaşanmasa da mevcut savaşın küresel nükleer düzen üzerinde önemli psikolojik etkileri olacaktır. Her şeyden önce nükleer silahlar, teknokratik bir konu olmaktan çıkmakta ve uluslararası kamuoyunun nükleer soruna ilgisi artmaktadır. Her ne kadar Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında olduğu gibi nükleer çatışma riski, gündelik hayatın bir parçası haline gelmemişse de küresel nükleer düzenin istikrarlı ve kurumsal olduğu varsayımı sarsılmıştır.
Mevzubahis durum, sadece Rusya-Ukrayna Savaşı’yla ilgili değildir. Silahların kontrolü rejimi, son yirmi yıldır hem Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) hem de Rusya’nın attığı çeşitli adımlarla, zaten istikrarını kaybetmeye başlamıştır. Fakat Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik müdahalesinin uluslararası kamuoyunda yarattığı psikolojik etkinin bir sonucu olarak, Soğuk Savaş’ın sona erdiği ve nükleer çatışma riskinin azaldığı ilk yılların aksine; nükleer silahlar, teknokratların ve siyasal seçkinlerin ilgilendiği bir konu olmaktan çıkmıştır.
Nükleer silahlara yönelik artan kamuoyu ilgisinin pratik sonuçlarını ise şu aşamada öngörmek mümkün değildir. Örneğin İsveç ve Finlandiya, uzun bir geçmişe sahip tarafsızlık statülerini terk ederek Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) nükleer şemsiyesinin altına sığınmayı tercih etmiştir. Berlin yönetiminin silahlanmaya daha fazla bütçe ayırma kararı da dikkat çekicidir. Nitekim Almanya’da bulunan Amerikan nükleer silahları hakkında kamuoyunun olumsuz bakış açısının değişmeye başladığı da anlaşılmaktadır. Mevcut resme bakıldığında, bu eğilimin süreceği ve daha fazla ülkenin ABD’nin nükleer şemsiyesi altına girmek isteyeceği öngörülebilir. Aynı şekilde Moskova’yla yakın ilişkileri bulunan ülkelerin de Rusya’nın nükleer silahlarının sağladığı güvenlikten yararlanmaya çalışacağı öne sürülebilir.
Elbette her ülke, aynı şekilde hareket etmeyebilir. Kamuoyunun nükleer risklere daha fazla ilgi göstermesi, nükleer silah karşıtı bir tabloya da neden olabilir. Ukrayna’daki savaşın sıcaklığı geçtikten sonra insanlar, hükümetlerini nükleer silah karşıtı bir politikaya zorlayabilirler. Hangi seçeneğin ağır basacağı biraz da uluslararası sistemdeki gerginliklerin ne kadar tırmanacağına bağlıdır. Ancak her durumda hükümetler, özellikle de demokratik ülkelerde, kamuoyunun tercihlerini daha fazla dikkate alma eğiliminde olacaktır. Dolayısıyla nükleer silahlara ilişkin uluslararası tartışmalarda, kamuoyunun etkisi daha belirleyici olacaktır.
Şüphesiz Amerikan kamuoyunun tutumu, en belirleyici faktörlerdendir. ABD’nin daha fazla ülkeye nükleer güvenceler vermesi, kamuoyunda tartışılacak önemli sorunların başında gelecektir. Esasen bu tartışma, Ukrayna’daki durumdan ve nükleer silahlardan bağımsız olarak uzun süredir devam etmektedir. Örneğin bir önceki ABD Başkanı Donald Trump, müttefik ülkelerin kendi güvenliklerini sağlamak için daha fazla sorumluluk üstlenmeleri gerektiğini son derece açık bir şekilde ve kimi zaman da kaba bir dille defalarca ifade etmiştir. Trump’ın bir sonraki seçimlerde yeniden başkan seçilmesi gibi bir olasılık da söz konusudur. Bu yüzden de Amerikan seçmeninin, ülkelerinin sağladığı nükleer şemsiyenin genişlemesine olumlu bakacağını iddia etmek hiç de kolay değildir.
Kısacası İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri, bu açıdan yanıltıcı olabilir. Çünkü bu iki ülke, uzun yıllardır tarafsız olsalar da siyasal, ekonomik ve kültürel anlamda Batılı aktörlerdir. NATO için bir yük oluşturmak yerine; ittifaka olumlu katkı sağlayacakları düşünülmektedir. Fakat Asya’daki Amerikan müttefiklerine nükleer güvenceler verilmesi gündeme geldiğinde, bu mesele çok daha fazla tartışma yaratacaktır. Bu da Çin’in dengelenmesine yönelik Amerikan stratejisini ve Asya’daki müttefiklerle ilişkileri etkileyecektir. Artan kamuoyu ilgisinin yaratacağı sonuçları henüz öngörmek zor olsa da ABD’nin güvenlik garantileri verirken daha temkinli hareket etmesi ve müttefiklerinden daha fazla sorumluluk üstlenmelerini talep etmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Neticede küresel nükleer düzen üzerinde, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ve nükleer meselelere artan kamuoyu ilgisinin yaratacağı sonuçlar zamanla netleşecektir. Küresel nükleer düzen, yok olmanın eşiğinde değildir ama istikrarlı olmanın da çok uzağındadır. Temel tartışma ise, uzun vadede güvenliğin nasıl sağlanacağıyla ilişkilidir. Büyük güçlerin daha fazla müttefik edinerek, nükleer caydırıcılığa dayanan bir strateji mi izleyecekleri; yoksa silahların kontrolü rejimini yeniden güçlendirmeyi mi tercih edecekleri sorusu, küresel nükleer düzenin geleceğini belirleyecektir. Bu sorunun yanıtı net değildir ama bu tartışmada, ülke kamuoylarının görüşleri önemli bir rol oynayacaktır.