Krizler üzerinden bölgesel yeni ittifaklar inşa etme peşinde olan ABD, çok kutuplu dünyaya aday ve iddia sahibi ülkeler arasındaki her türlü çıkar çatışmasını kullanıyor ve körüklüyor.
Ukrayna’dan Tayvan’a uzanan dinamik kriz hattı tüm dünya açısından ucu açık bir sürece işaret ediyor. Üçüncü Dünya Savaşı senaryoları ve “Yeni Soğuk Savaş” söylemlerinin sıklıkla dillendirildiği, daha çok endişenin hakim olduğu bu belirsizlik süreci, hiç kuşkusuz “Nereye gidiyoruz?” ve “Tüm bunların altında hangi hesaplar yatıyor?” sorularını gündeme getiriyor.
Dünya düzeni değişiyor
Tüm bu gelişmelerin ABD’nin 46’ncı başkanıyla hız kazanması elbette tesadüf değil. Başkan Joe Biden burada sürecin bir parçası ve sadece tehlikeli bir rol oynuyor. Daha somut ifade etmek gerekirse, Biden’ın “demokrat” kimliğine uygun olarak “demokratlar-otokratlar” söylemi üzerinden üstlendiği rol, ABD hegemonyasına rakip/düşman olarak nitelendirilen mevcut-potansiyel güçlere karşı 11 Eylül sonrası yürütülen operasyonda “hızlandırıcı”, “agresifleştirici” ve “kamplaştırıcı” boyutuyla öne çıkıyor. Yani Biden, selefleri Bush, Obama ve Trump’ın yaptığı tanımların adını koymakla meşgul diyebiliriz.
Bu noktada şu kavramlar karşımıza çıkıyor: Kriz, kimlik, kuşak, kuşatma, koridor, kaynaklar, korku ve kutup. Bunların hepsi ise iç içe geçmiş durumda ve tek bir kapıya çıkıyor: Güç mücadelesi. Yeniden inşa halindeki uluslararası sistemin adı ve tanımı bu kelimeler, kavramlar etrafında şekillenmiş bulunuyor. Bu güç mücadelesine Washington merkezli bakıldığında ise karşımıza iki iddia ve iki temel aktör çıkıyor: “Tek kutuplu” sistemi hedefleyen ABD ve “çok kutuplu” bir dünya isteyen “ötekiler.”
ABD yeniden “kurtarıcı” olmak istiyor
ABD, bu bağlamda küresel güç mücadelesinin iki temel sacayağını oluşturan Avrupa ve Pasifik’te kontrolü sağlamadan, Avrasya merkezli meydan okumalar karşısında kaybedeceğinin farkında. “Rusya-Ukrayna Savaşı” ve olası “Çin-Tayvan Savaşı” ve bu bağlamda tırmanan kriz, tam da bu hedefe işaret ediyor. ABD, küresel hegemonyasını tüm dünyaya lanse ettiği “iki korku imparatorluğu” ile gerçekleştirmek ve burada kendisini bir kez daha “kurtarıcı” rolüne sokmak istiyor; tıpkı İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi.
Avrupa sacayağında “Rus korkusu/tehdidi”, Asya-Pasifik’te ise “Çin korkusu/tehdidi”nin son dönemde ön plana çıkması da bu açıdan dikkati çekici. Nitekim yeni ABD stratejisinde “Rusya korkusu/tehdidi” üzerinden Avrupa’da Almanya’nın “çok kutupluluk” iddialarının bitirilmesi ve daha da ötesi “güçlü müttefik”e dönüştürülmesi ön plana çıkıyor. Diğer yandan ABD’nin “Çin korkusu/tehdidi” üzerinden de öncelikle Hindistan’ın ve Japonya’nın Asya-Pasifik bağlamında mevcut-olası iddialarının önünü alarak bu ülkeleri Almanya’nın konumuna getirmek istediği görülüyor.
Kaostan “yeni dünya düzeni” çıkarmak
ABD varlığının ve gücünün temelinde kaos yatmaktadır. Küresel bazda yayılma eğilimi gösteren krizlerin yıkıcı bir kaos görüntüsü vermesinin nedeni de budur. ABD, yeni dünya düzenini “yık ve kendine göre yeniden inşa et” mantığı çerçevesinde kurmak istiyor. Zira ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan sistemi kendisine bir engel olarak görüyor. Şu anki krizleri bundan ötürü sadece coğrafyalar bağlamında değil, bunun da ötesinde uluslararası sistemin yerleşik, genel kabul görmüş değerlerine, hukuka ve kurumlarına yönelik bir savaş şeklinde de değerlendirmek gerekir.
ABD’nin krizler üzerinden sonuç alma stratejisinin temelinde -özellikle Çin başta olmak üzere- Avrupa ve hatta kısmen Rusya (enerji diplomasisi bağlamında) karşısında “yumuşak güç” anlayışına dayalı hegemonya inşa etme politikasının kendisine sağladığı avantajları kaybetmesi yatıyor.
Washington böylece bu aktörleri hem kendisinin en güçlü olduğu noktada bir güç mücadelesine zorluyor hem de onları “yeni tehditler” üzerinden silahlanmaya iterek maliyetli bir alana çekiyor. Böylece onları yumuşak güç kaynaklarından mahrum ederek, revizyonist/saldırgan devletler konumuma düşürmek ve onlara karşı yeni bir ittifak süreci başlatmak istiyor. Bunu yaparken de “vekaleten savaş” yöntemi izleyerek hem daha az maliyetli bir sonuç elde etmek hem de daha fazla silah satarak ekonomisini güçlendirmenin peşinde.
Krizler üzerinden bölgesel yeni ittifaklar inşa etme peşinde olan ABD, çok kutuplu dünyaya aday ve iddia sahibi ülkeler arasındaki her türlü çıkar çatışmasını da kullanıyor ve körüklüyor.
Krizlerin iki temel adresi: Rusya ve Çin
ABD’nin son dönemde krizler üzerinden Rusya ve özellikle de Çin’in imajına yönelik operasyonlarının şiddetini-dozunu artırma, coğrafi-siyasi-iktisadi-güvenlik alanlarında derinleştirme ve genişletme eğiliminin altında bu hususlar yatıyor. ABD, bu kontrollü, planlı kriz politikasıyla söz konusu aktörleri şoka sokarak irrasyonel aktörlere dönüştürmeyi ve böylece her iki aktörün gücünün sınırlarını, agresif/saldırgan yüzlerini, kırılgan/zayıf ilişkiler ağını ortaya koymayı hedefliyor. Uluslararası sistem inşasında bunların rakip/alternatif olamayacaklarını, kendisinin yegane güç olduğunu tüm dünyaya göstermek istiyor.
Washington bu politikasıyla söz konusu aktörleri söylem-eylem bazında bir çelişkiye zorluyor ve onları güvenilmez aktörler pozisyonuna sokmaya çalışıyor. Düne kadar yumuşak gücüyle öne çıkan, bırakın savaşı, şiddete, yaptırımlara bile karşı olan Pekin’in son dönemde yaptırım silahına başvuracağını açıklaması ve saldırgan bir güç pozisyonu sergilemesi -her ne kadar bunu bir savunma olarak nitelendirse de- bu açıdan önemli.
ABD karlı çıkıyor
ABD, bu kriz politikasından sonuç almaya başlamış görünüyor. Nitekim şu an Rusya ve Çin’in düne kadar ilmik ilmik inşa ettikleri ilişkiler ağının hızlı şekilde gevşemeye başladığı ve akıllıca adımlar atamazlarsa yok olma tehdidiyle karşı karşıya oldukları bir görüntü söz konusu.
ABD’nin tam da bu noktada bir “yaptırımlar bloku” oluşturması, bu iki gücün yalnızlaşma ve agresifleşme sürecini hızlandırıyor. Yalnızlaşan ve agresifleşen bu güçlerin etraflarında oluşan kuşatmaya yönelik ortaya koydukları direnç-arayışlar ise mevcut-olası krizler üzerinden genişletilmiş-derinleştirilmiş bir “yıpratma savaşı” ile içinden daha çıkılmaz bir hal alacağa benziyor.
ABD’nin Rusya-Çin ikilisine yönelik başlattığı çok boyutlu, hibrit savaş yöntemlerinin her geçen gün daha etkin olmaya başladığı bu “dolaylı/vekaleten savaş”ın söz konusu aktörlerin caydırıcılıkları ve prestijleri üzerinde yol açtığı tahribat, açıkçası doğrudan savaş yöntemlerinin gündeme geleceği yakın bir geleceğe işaret ediyor. Özellikle düne kadar Rusya’nın gündeme getirdiği Üçüncü Dünya Savaşı ve Nükleer Savaş tehditlerine Çin’in de yavaş yavaş dahil olmaya başlaması göz ardı edilmemeli.
Ukrayna-Tayvan krizleri
ABD, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın tek kazananıdır. Zira Ukrayna kriziyle Avrupa sacayağını, dolayısıyla da Batı içindeki liderliğini pekiştirmede önemli bir fırsat yakalamış, bu bağlamda NATO ve AB üzerindeki otoritesini tekrar tesis etmiştir. Öyle ki Almanya merkezli AB her geçen gün “Rusya korkusu” üzerinden ABD’nin batı yarımküresindeki lejyoner gücüne dönüşmektedir. ABD, böylece küresel hegemonya hedefinde AB ile bir taraftan maliyetleri azaltırken, diğer taraftan onu kendisine daha bağımlı hale getirmiş ve “çok kutupluluk” söylemi adı altında kendine meydan okuyan bir rakibi de büyük ölçüde pasifize etmiştir.
ABD’nin Tayvan hamlesi ise “Tek Çin Politikası” güden Pekin’e karşı, daha da bölünmüş/parçalanmış ve yalnızlaştırılmış bir Çin’i hedefliyor. Dolayısıyla Tayvan krizi, Pekin’in çok daha büyük-derin boyutlu bir sınavı olarak karşımıza çıkıyor. Çin’in Tayvan’ı olası işgali, beraberinde çok daha büyük krizleri tetikleyebilir. Ciddi bir caydırıcılık ve prestij kaybına uğrayan Pekin yönetiminden daha soğukkanlı bir politika yürüteceğine yönelik emare alınmaması da açıkçası ABD’nin oyununa geldiğini göstermektedir; tıpkı Rusya örneğinde olduğu gibi.
Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz süreç, ABD ve ona rakip aktörler arasındaki bir hegemonya savaşı olup, “tek kutupluluk” -“çok kutupluluk”, “demokrasiler”- “otokrasiler” söylemleri etrafında yürütülen bir güç mücadelesidir. ABD, bu sistemsel meydan okumaya karşı, krizler üzerinden, varoluş misyonuna dayalı, bölgesel yeni ittifaklar-vekillerle cevap vermeye çalışıyor ve tek kutuplu bir sistem hedefliyor.
Krizlerin coğrafi dağılımı ve burada ön plana çıkarılan “bölgesel/küresel tehditler”in yanı sıra kullanılan yöntem ve araçlar da buna işaret ediyor. Kaos üzerinden yeni bir dünya düzeninin geleceği büyük ölçüde “ötekiler”in vereceği tepkiye bağlı. Bu tepkinin “yumuşak” olması çok zor bir olasılık. Zira düne kadar “yumuşak güç” üzerinden ABD hegemonyasını sonlandırmak isteyen bu güçler, açıkçası beklemedikleri bir büyük oyunla karşı karşıya. Yeni dünya düzeninin geleceğini bir kez daha kenar kuşak ve koridorlar belirleyeceğe benziyor.
Bu yazının orijinali, 11.08.2022 tarihinde Anadolu Ajansı’nda yayınlanmıştır.
https://www.aa.com.tr/tr/analiz/ukraynadan-tayvana-kutup-savaslari-ya-da-kaos-duzeni/2658931