Samuel P. Huntington’un Soğuk Savaş sonrasının ilk yıllarına damgasını vuran “Medeniyetler Çatışması” tezi daha çok Batı ve “Ötekiler” bağlamında ABD’nin hegemonya arayışı/inşa sürecinde yürüttüğü “kimlik” temelli güç mücadelesinde bir “meydan okuma” ve “üstünlük göstergesi/ilanı” olarak gündeme gelse de aslında bunun “Ötekiler” boyutunda bir “karşı koymadan” öte yeni ve farklı bir anlam taşıdığı son dönemde daha bir netlik kazanmaya başlamış durumdadır.
Burada “Ötekiler” boyutuyla iki husus ön plana çıkmaktadır: 1. ABD/Batı’ya yönelik “karşı koymadan meydan okumaya” geçiş ve bu bağlamda Batı değerlerine karşı kendi değerleri üzerinden yeni bir uluslararası sistem inşa arayışı; 2. “Ötekiler” içinde bir liderlik mücadelesi ve yumuşak bir güç/mücadele unsuru olarak “kültür” ve bunun dinamik/taşıyıcı unsuru olarak “dil” faktörünün ön plana çıkartılması.
Dolayısıyla ikinci hususa kazandırılacak netlik, birinci hususun da adını/aktörünü büyük ölçüde belirleyecek görünmektedir. Bu noktada da “Ötekiler Cephesi”nde kullanılan “ortak kader/ortak kader topluluğu” argümanın sahipliği hususu bile, aslında sahada bu söylemin inandırıcılığını, samimiyetini tartışmaya açmaktadır.
Bundan ötürü günümüzde yüksek sesle dillendirilmeyen “hakim öteki kültürün” tesisi noktasında “Ötekiler” içinde yaşanan “karşı koymadan-meydan okumaya” geçişteki liderlik mücadelesi, üzerinde önemle durulması gereken bir mevzu haline gelmiştir. Zira bu mücadele, “Ötekiler” içindeki “Diğer aktörlerin” geleceği açısından da özellikle “beka” boyutuyla büyük bir önem arz etmeye başlamıştır.
Nitekim “Ötekiler” içindeki güç mücadelesinin sahnesine bakıldığında, “yakın çevreler”den başlamak üzere, yeryüzündeki birçok bölgeyi, daha somut bir ifadeyle Asya-Pasifik’ten, Afrika’ya, oradan da Latin Amerika’ya kadar uzanan “ortak geniş bir coğrafyayı” görmekteyiz.
“Rus Dünyası”na Karşı “Çin Dünyası” ve Konfüçyüs’ün Keşfi
Bu yeni konjonktürde her geçen gün kaybeden ve sadece Slavları içine almayan bir “Rus Dünyası” arayışına karşı, onun yerini de almaya çalışan ve adım adım, sessizce sahada etkisini gösteren bir “Çin Dünyası” inşa sürecine şahitlik etmekteyiz. Daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse “Rus Dünyası”na karşı kendi tarihsel-kültürel kodlarına Batılı ideoloji-kültürleri de büyük ölçüde dahil etmiş olan, böylece daha evrensel boyutta bir dünya inşası ve onun liderliğini “akıllı güç” anlayışı ile gerçekleştirmeyi hedefleyen bir “Çin Dünyası” projesiyle karşı karşıyayız.
Bu bağlamda Pekin’in, Çin’in tarihi ve kültürel değerlerini, temellerini hedef alan “Kültür Devrimi” yanlışından dönüşünü sadece kendi iç hesaplaşması ya da yeni bir devlet-toplum anlayışı inşa sürecinin bir parçası olarak görmemek gerekmektedir. Bu değişim-dönüşüm süreci, Çin’in dış politika hedefleriyle de bire bir ilgilidir ve bu bağlamda tarihsel olarak neredeyse tüm Doğu Asya, büyük ölçüde Güney Asya, kısmen de Orta Asya’da etkisini gösteren hakim kültür anlayışının bu bölgelerde ortak projeler üzerinden tekrar tesis edilmeye çalışıldığını görmekteyiz.
Burada bir yumuşak güç unsuru olarak ön plana çıkan “Kuşak ve Yol Projesi”nin iktisadi-ticari boyutu kadar, kültürel-insani anlamda hiç kimsenin itiraz edemeyeceği, evrensel bir boyut kazanmış olan Konfüçyüs adının özenle seçildiğine ve ortak bir değer olarak piyasaya sürüldüğüne şahit olmaktayız. Düne kadar Kültür Devriminin önündeki en büyük engellerden biri olarak kabul edilen Konfüçyüs, bugün Çin dış politikasının en güçlü isimlerinden birine dönüşmüş vaziyette.
Burada, elbette 2004 yılında kurulan “Konfüçyüs Enstitüsü”nü kastediyorum. Dünyada 150’den fazla ülkede faaliyet gösteren “Konfüçyüs Enstitüleri”nin sayısı çok hızlı bir artış eğilimi göstermekte. 2012 yılında toplam sayısı 350’yi bulan, 2021 yılında ise 550’ye ulaşan “Konfüçyüs Enstitüleri”, Çin’in artan gücüne paralel bir seyir izliyor.
Başta “Konfüçyüs Enstitüleri” olmak üzere Pekin’in uyguladığı eğitim-kültür politikaları, özellikle Orta Asya, Güney Asya ve Doğu Asya’da Çin’in iktisadi/ticari ve siyasi ağırlığını insani/kültürel boyutta daha perçinleştirici, yaygınlaştırıcı bir rol oynuyor ve başta Rusya olmak üzere, bölgesel güçlerin-aktörlerin bununla rekabet edebilmesi mümkün görünmüyor.
Bu da önümüzdeki süreçte yeni kırılmalara, jeo-kültürel güç mücadelelerine işaret ediyor. Bu noktada da Rusya-Çin arasında bir mücadele kaçınılmaz görülüyor ve açıkçası son dönemde yaşanan bazı gelişmeler bu süreci hızlandırıcı bir rol oynuyor ve görünen gelecekle ilgili önemli ipuçları veriyor.
Rusya-Ukrayna Savaşı: Rus-Çin İlişkilerinde Kırılmanın Yeni Adı
Rusya-Ukrayna Savaşı, her ne kadar Rusya-ABD/Batı boyutuyla ön plana çıksa da bunun merkezinde Çin’in yer aldığı da bilinen bir gerçek. Fakat burada pek ön plana çıkartılmayan husus, aslında bu savaşın Rusya-Çin arasındaki ilişkilerin gerçek yüzünü ortaya çıkarması. Dolayısıyla Rusya-Çin ilişkilerinin gerçekliği ve geleceği hususu bu savaşın seyriyle doğrudan ilişkili.
Rusya-Ukrayna Savaşını, “Rus Dünyası” ve “Çin Dünyası” bağlamında ele aldığımızda karşımıza aşağıdaki hususların çıktığını görmekteyiz:
- Rusya Federasyonu (RF), eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)/Çarlık Rusyası söylemleri üzerinden yeni ve güçlü bir imparatorluk inşa etmek suretiyle Yeni Dünya Düzeni içerisinde bağımsız, güçlü bir kutup olarak yer almak istiyor.
- Bunun için de öncelikle yakın çevresini ve sonrası itibarıyla da tarihe mal olmuş, lağvedilmiş Doğu Blokunu kontrol etmesi, daha da ötesi sınırlarına katması gerekiyor. Putin ve diğer RF yetkililerinin SSCB toprakları için Rus toprağı demesi bu açıdan oldukça önemli. Dolayısıyla Putin’in, Moskova’nın kafasında Sovyet ve Çarlık Rusyası söylemleri üzerinden inşa edilmiş bir “Rus İmparatorluğu” fikri, aslında Rusya’nın kurtuluşu açısından son çare olarak görülüyor.
- Sovyet ve Çarlık vurgusu, bu noktada ortak kimlik arayışının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
- Bu kapsamda Rus milliyetçiliğinin dönüşünü sadece etnik bazda değerlendirmemek gerekiyor. Daha geniş coğrafyaları bu üst kimliğe dahil eden bir kimlik/kültür boyutu da söz konusu. Eski Sovyet/Çarlık Rusyası alanları içerisinde yer alanlara dönük vatandaşlık/pasaport kolaylığı, teşviki de bu açıdan dikkat çekici ve göz ardı edilmemesi gereken, yukarıdaki tespitimizi teyit eden bir gelişme olarak kendisini gösteriyor.
- Dolayısıyla Rusya-Ukrayna Harbi, aynı zamanda bir “kimlik savaşı” olarak da karşımıza çıkıyor. Ukrayna’nın RF’nin dayattığı söylem ve iddiaları reddedip, Kiev/Ukrayna vurgusu da bu açıdan önemli.
- Rusya’nın yürüttüğü bu yeni politikanın ve savaşının elbette Çin boyutu da var. Putin’in başarılı olması, Rusya’nın Çin’den daha bağımsız bir politika yürütmesinin ötesinde Çin’in Batı’ya doğru politikasının darbe alması ile eşdeğer olacaktır. Rusya’nın yakın çevresini güçlü bir şekilde kontrol etmesi, Çin’in yakın çevresini büyük ölçüde kaybetmesi anlamına gelecektir.
- Putin’in bu hedefi, yıpranmış ve Çin ile işbirliğine mahkum bir Rusya tahayyülü ile örtüşmemektedir.
Rusya-Çin Rekabetinde Orta Asya
Rusya-Ukrayna Savaşı öncesi Kazakistan’daki “Ocak Olayları”na Çin’in yaklaşımı ve verdiği tepkiyi de bu noktada göz ardı etmemek gerekiyor. Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün olayların daha fazla yayılmaması için ülkeye davet edilmesine yönelik Pekin yönetiminin yaptığı açıklama, adeta Rusya’ya kırmızı çizgi çekmekle eşdeğerdi.
Bu açıklama, birçok yerde, Çin yönetiminin Rusya’nın eski Sovyet alanı üzerindeki etkisini arttırmaya dönük girişimlerini kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görmesi şeklinde analiz edilirken, aynı zamanda iki büyük güç arasındaki ilişkilerdeki sınırları/sınırlılığı ortaya koyması açısından da önemli olmuştur.
Daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse, buradaki temel mevzu Çin açısından Kazakistan’ın başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, sahip olduğu yer altı ve yerüstü zenginlikleri kadar, bunlar üzerinde tekel konumunu arttıracak Rusya’nın Pekin açısından bir engel görülmesi ile eş değerdir. Zira bölgede etkisini arttıran Moskova, Çin’in başta Kuşak Yol olmak üzere uygulamaya koyduğu projelerin geleceği noktasında da belirleyici olacaktır.
Moskova şu gerçekliğin farkında: Çin, eski Sovyet/Çarlık alanında sadece iktisadi/ticari ve siyasi ilişkiler boyutu ile bir nüfuz alanı inşa etmiyor. Bu ülkelerde aynı zamanda Rusya’nın en zayıf tarafını oluşturan ve bu anlamda rekabet imkânı neredeyse mümkün olmayan yumuşak güç unsurlarını da çok etkin bir şekilde kullanıyor. Eski Sovyet alanında Rus okulları kapanırken ve Rusça eski cazibesini kaybederken, Çin okullarının neredeyse her gün bir yerde mantar gibi, değişik statülerde ortaya çıkması bunun en temel göstergeleri arasında yer alıyor. Daha da ötesi Çince koşar adım Rusça’nın yerini almaya çalışıyor. Bölgede Çin okullarının yanı sıra Konfüçyüs Enstitülerinin artan sayıları bunun birer göstergesi olarak kabul görüyor.
Dolayısıyla Moskova, “Ne kadar Konfüçyüs Enstitüsü var ise, bir o kadar Çin’den destek alabilirsiniz”e doğru giden sürecin farkında.
Bu husus sadece eski SSCB ya da Çarlık Rusyası alanı itibarıyla geçerli değil. Daha öncesinde Rusya’nın tek başına ya da Çin’le birlikte kontrol ettiği bölgeler açısından da geçerli. Bunların başında da elbette Güney Asya-Doğu Asya Ülkeleri geliyor.
Pekin’in SSCB sonrası Çin’e komşu, başta RF olmak üzere Orta Asya Devletlerine (Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan) yaptığı sınır düzenlemeleri çağrısı da kuvvetle muhtemel Moskova tarafından not edilmiş, zoraki bir kabul olarak karşımıza çıkmakta. Zira bu hamle ile birlikte RF’nin gücünün sınırları da test edilmiş ve Çin, işbirlikleri üzerinden Rusya’nın da yakın çevresini oluşturan kendi yakın çevresinde nüfuzunu arttırma sürecine hız vermiştir. O tarihten bu yana Rusya’nın bölgedeki kan kaybı devam etmektedir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse; Rusya-Ukrayna Savaşı, Rusya-Çin ilişkileri bağlamında, Moskova’nın gerçekçi bir durum değerlendirme sürecini hızlandıran bir turnusol kağıdı olarak karşımıza çıkmaktadır. Rusya, Çin ile rekabet gücünü sadece iktisadi-ticari boyutta değil, siyasi ve askeri alanda da kaybetme riskiyle/tehdidiyle karşı karşıyadır. Buna yukarıda da işaret edildiği üzere kültürel boyut da dahildir. Bu husus eski SSCB/Çarlık Rusyası ve Doğu Bloku alanlarında yeni bir rekabet sürecine işaret etmekte olup, burada söz konusu ülkeler açısından iki temel risk-tehdit söz konusudur. Birincisi, Çin ve Rusya arasında bir rekabet alanı olma ve bu bağlamda ülke içerisinde bölünmek (Rusçu ve Çinci ekipler/güç merkezleri başta olmak üzere). İkincisi, milli benlik/şuurlarını, dolayısıyla millet olma vasıflarını kaybetme, tarihin sahnesinde yok olup gitme ki, Çin tarihi bunun birçok örneğine ev sahipliği yapmaktadır. Çinlileşmiş birçok kavim bunun bir göstergesidir.
Dolayısıyla, söz konusu bölgeler, yumuşak güç unsurları üzerinden yürütülen, deklare edilmemiş bir “Kültürel Savaş” ile karşı karşıyadır. Sınırları aşan, toplumları, özellikle de genç nüfusu hedef alan bu savaşta ortaya konulan her türlü “cezbedici” araç ve yöntem karşısında milli güç unsurlarının temelini oluşturan “insan faktörü”nün ve bu bağlamda “milli şuur/kimliğin” muhafazası daha büyük bir önem arz etmektedir. Bu noktada kültür stratejilerini merkeze alan yeni bir politikanın bölge devletleri tarafından hayata geçirilmesi kaçınılmaz görülmektedir.