Rusya ile Ukrayna arasındaki kriz, özü itibarıyla Moskova’nın Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO)-Batı’yla yaşadığı bir problem olarak ön plana çıkmaktadır. ABD’nin temel hedefi, kriz üzerinden Rusya’nın ötekileştirilmesidir. Bu anlamda Washington yönetimi, Avrupa ile Rusya’yı ve özellikle de Berlin ile Moskova’yı ayrıştırmaya çalışmaktadır.
Bilindiği gibi, son dönemde Avrupa Birliği (AB) içerisinde AB Ordusu/PESCO tartışmaları yaşanmış ve Avrupalı karar alıcılar tarafından kıtanın stratejik özerkliğine dair açıklamalar yapılmıştır. Yani ABD, çok kutupluluğa evrilen dünyada bir kutup-güç merkezi olarak konumlanmaya çalışan Avrupa’yı, kıtanın güvenliğini tehdit eden bir Rusya’nın bulunduğu argümanını kullanarak ya da bir diğer ifadeyle, geleneksel ötekisi olan Rusya’yı yeniden tehdit şeklinde göstererek kendisine bağımlı kılmaya çalışmaktadır. Mevzubahis ittifakın tesis edilmesi yoluyla Rusya’yı zayıflatacağını düşünen Washington yönetimi, kendisinin sınırlarını çizdiği formattaki bir Rusya-Avrupa ilişkilerini ve orta ve uzun vadede kendi belirleyeceği bir yapıyla şekillenecek Rusya-ABD ilişkilerini inşa etmek istemektedir. Bu nedenle de Beyaz Saray, söz konusu krizi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadır. Belki de mevcut gerilim aşıldıktan sonra, Rusya-ABD ilişkilerinde belirli bir anlaşma zemini oluşacak ve Washington ile Moskova işbirliği temelli bir uzlaşıya yönelecektir.
Rusya ise Primakov Doktrini olarak da bilinen Yakın Çevre Doktrini çerçevesinde eski Sovyet alanındaki nüfuzunu sürdürmek istemektedir. Bu kapsamda Kremlin, Rusya ile Batı arasında Ukrayna’nın tarafsız bir tampon bölge olarak kalmasından yanadır. Buradaki mesele de sadece Ukrayna’nın NATO yöneliminden ibaret değildir. Moskova, AB konusuna da aynı hassasiyetle yaklaşmaktadır. Nitekim Maydan Olayları da bu şekilde başlamıştır.
Öte yandan Beyaz Saray için öncelikli rakibin Rusya olmadığını da vurgulamak gerekmektedir. Zira Amerikan liderliğine karşı asıl meydan okuma, Asya-Pasifik’ten gelmektedir. Bilindiği üzere, Amerikan hegemonyasının küresel düzeyde sürdürülebilirliğini sağlayan iki temel sac ayağı vardır. Bunlar; Asya-Pasifik ve Avrupa’dır.
Topal ördek konumunda olan ABD, Asya-Pasifik özelinde Çin’den gelen meydan okumaya odaklanabilmek için Moskova-Kiev hattındaki gerilimi kullanarak Avrupa’daki nüfuzunu garanti altına almaya çalışmaktadır. Ya da bir diğer ifadeyle, mevcut durumda Asya-Pasifik coğrafyasına odaklanacak gücü kendisinde görmeyen Washington yönetimi, Avrupa’yı sağlama almaya çalışmaktadır. Krizlerin güney ve batı sınırlarına kaymasının sebebi de budur.
Tüm bu nedenlerden ötürü Beyaz Saray, Avrupa güvenliğini ilgilendiren meselelere yoğunlaşmakta ve kıtanın geleneksel ötekisi olan “Rus tehdidi” algısını canlı tutmaya çabalamaktadır. ABD Başkanı Joe Biden’ın Ukrayna özelinde Rusya’ya yönelik baskıyı arttırmasının temelinde de bu durum yatmaktadır. Yani Washington, AB ülkelerinin tehdit algılarını büyütmek amacıyla savaş tamtamlarının çaldığı bir ortamı tercih etmektedir. Ukrayna da bu oyunun bir parçasıdır. Lakin belirtmek gerekir ki; Moskova, oyunun farkında gibi gözükmektedir. Benzer şekilde Kiev de yüksek perdeden yapılan açıklamalara rağmen beklediği desteği alamadığını belirtmektedir. Bunu bizzat Ukrayna Cumhurbaşkanı Vladimir Zelenski de dile getirmiştir. Dolayısıyla Ukrayna da ABD’nin ne yapmaya çalıştığını anlamıştır.
Biden’ın Seçim Hesapları
Bu noktada göz ardı edilmemesi gereken bir diğer husus ise ABD’de ara seçimlerin yaklaştığıdır. Yani Amerikan dış politikasının iç siyaset boyutu da söz konusudur. Biden, ara seçimlere güçlü bir şekilde girebilmek için Rusya karşıtlığı üzerinden gerek Amerikan kamuoyunda gerekse de uluslararası kamuoyunda imaj tazeleme çalışması yürütmektedir. Zira anketler, Biden’ın düşüşte olduğuna işaret etmektedir.
Batı’nın Megafon Diplomasisi
Batı medyasına bakıldığında net bir şekilde görüldüğü üzere ABD, gerilimin yükselmesinden yanadır. Bu anlamda ABD’nin devlet düzeyinde uyguladığı politikayla Amerikan medyasının duruşunun örtüştüğünü söylemek mümkündür. Toplumları savaşa hazırlayan ve aslında yangına körükle giden bir tutum söz konusudur. Lakin Avrupa’da durum farklıdır.
Mevcut konjonktürde Almanya ve Fransa gibi Avrupalı devletlerin meselenin diplomatik yollarla çözülmesinden yana olduğu ve buna yönelik girişimlerde bulunduğu görülürken; Avrupalı medya kuruluşların tutumu, kendi hükümetlerinden ayrışmaktadır. Bu dikkat çekici bir mevzudur. Çünkü Avrupalı medya kuruluşları da adeta savaşın çıkmasını isteyen haberler yapmakta, toplumları savaşa hazırlamakta ve dolayısıyla megafon diplomasisine eşlik etmektedir.
Kısacası Almanya ve Fransa gibi ülkelerde hükümetlerin politikaları ile medya organlarının duruşları arasındaki ayrışmanın mühim olduğu söylenebilir. Bu da ABD’nin Avrupa medyası üzerindeki etkisini göstermektedir.
Batı medyası, Rusya üzerinden demokrasilerin otoriterlerle mücadele etmesi gerektiği gibi bir mesajı işlemektedir. Kuşkusuz Çin de oluşturulmak istenen bu algıdan azade değildir. Biden’ın Demokrasi Zirvesi vesilesiyle tesis etmeye çabaladığı “Demokratlar/Demokrasiler Birliği” projesinde Batı medyasının mühim bir rol üstleneceği öne sürülebilir.
BM’nin Sessizliği
Birleşmiş Milletler’in (BM) sessizliği, her şeyden önce bu kuruluşun yapısıyla ilişkilidir. Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisi, bir kez daha krizlerin aşılması noktasında BM’nin yetersiz kalabileceği anlamına gelmektedir. BM, zaten geçmişteki birçok hadisede başarılı sınav verememiştir. Nitekim Ukrayna özelinde de 2014 yılında yaşanan süreç, devletlerin egemenliklerini ve toprak bütünlüklerini sağlama noktasında BM’nin yetersizliğini gözler önüne sermişti.
Mevcut durumda krizleri önleme ve kriz yönetimi konusunda yetersiz kalan BM’nin Rusya’ya karşı uyguladığı yatıştırma politikası ve küresel jeopolitik yaşanan kamplaşma, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemi hatırlatmaktadır. Zira o dönemde de Cemiyet-i Akvam etkisiz kalmış ve hatta Adolf Hitler’e; yani Nazi Almanyası’na karşı yatıştırma politikası uygulamıştır. Neticede reform taleplerine kulak tıkanması halinde, BM’nin akıbetinin de Cemiyet-i Akvam’dan farklı olmayacağı öne sürülebilir.