Tarih:

Paylaş:

Ortadoğu’da Dini Kimlikler ve Türkiye

Benzer İçerikler

Ortadoğu kavramının tarihiyle ilgili çalışmalar yapan Davison, Ortadoğu’yu “İslam dini etrafında oluşan jeopolitik bir birim” olarak tanımlamıştır. Nitekim Ortadoğu aynı zamanda “Osmanlı’dan geriye kalan mirasın tarihi” olarak da zihinlerde yer edinmiştir. Bu coğrafyada süreklilik arz eden tek şey; bölgenin evrensel değerlerin taşıyıcısı olarak birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olmasıdır. Bunun yanı sıra Ortadoğu, aynı zamanda ticaret, kültür ve inanç gibi alanlarda çok yönlü bir etkileşimin ve bunun sonucu olarak da dünya tarihini en çok etkileyen büyük değişimlerin olduğu yerdir. Bu topraklar, son iki yüz yılı hariç tutacak olursak her zaman tarihin merkezinde yer almıştır.

İnsanlar arasında ortak çıkarları paylaşma dışında da oluşan bağlar vardır; gündelik hayatlarındaki davranışlarına anlam vermek için kurulan bağlar bunlardan biridir. Belli bir inanç, görüş, duyuş ve ritüeller etrafında birleşme ve dayanışma onları birbirine bağlar ve toplum olarak ve toplumun bireyleri olarak güçlü kılar. Toplumların edindikleri kolektif dini/etnik kimlikler bu ihtiyacın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Dini ve milli kimlikler toplumun bir bütünlüğe ve sürekliliğe ihtiyaç duymasından kaynaklanır. Bir toplum ya da toplumun fertleri, ortak üst kimliğin yanında çok sayıda farklı alt kimliklere de sahip olabilir. Bu alt kimlik, “ortak kimlik” olarak merkeze yürüdükçe kimlikler arası çatışmaların olması da kaçınılmaz olarak görülmüştür. Özellikle küreselleşmenin etkilerinin yoğun olarak görüldüğü yerlerde tek kimlikliğin “ölümcül”, çok kimlikliğin ise “uzlaşıya açık” bir alan oluşturduğu öne sürülmüştür. Ancak çok kimlikliğin mümkün olduğu durumlarda; her kimliğin bir insanda “eşit oranda” temsil edilemeyeceği gerçeğini göz önüne aldığımızda, baskın olan kimliğin her zaman o ülkede resmi/egemen kimlik olacağı açıktır.

Bu yazıda Ortadoğu’daki Müslümanların dini kimlikleri üzerinde durulmaktadır. Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslam toplumunun maruz kaldığı toplumsal ve kültürel değişim süreci, savaşlar ve iktidar mücadeleleri çeşitli dini grupların ve dolayısıyla dini kimliklerin ortaya çıkmasına ve kendi aralarında siyasi çatışmalara yol açmıştır. Bu kimliklerden bazıları tarihsel süreç içinde çeşitli nedenlerle kaybolurken bazıları günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

İslami nassların farklı yorumundan hareketle ortaya çıkan ekoller, siyasî-itikâdî ya da fıkhî ekoller olmasına bakılmaksızın dilimizde “mezhep (gidilen, tutulan yol)” adıyla anılırlar. Ancak İslam düşüncesi tarihinde, fıkhî-hukûkî ekoller daha çok mezhep adıyla anılırken, siyâsî ve itikâdî ekoller “fırka (çoğulu: fırâk)” veyahut ta “nıhle (çoğulu: nihal)” olarak adlandırılırlar. Mezhepler tarihinin klasik eserleri arasında yer alan Bağdâdî’nin “El-Fark Beyne’l-Fırak”ı, Eş’arî’nin “Makâlâtu’l-İslâmiyyîn”i ve Şehristânî’nin “El-Milel ve’n-Nihal”i, siyâsî ve itikadî mezhepler tarihiyle alâkalı eserlerdir. Bunun dışında ilk dönemlerde Ehl-i Sünnet mensupları dışında kalan kimselerin kendi görüş ve inançlarını açıklamak için yazdıkları küçük çaplı eserlere “makâlât” adı verilmekteydi. Bu tarz eserlerin çoğu günümüze kadar ulaşamamıştır.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin sapık fırkalarla ilgili eser kaleme almalarının sebebi, İslam’ın doğru yorumu olarak kabul ettikleri Ehl-i Sünnet akîdesine ters düşen grupların sapık inançlarını açıklayarak halkı bunlara karşı uyarmaktı. Aynı durum daha sonraki dönemlerde Şii düşünürlerin yazdığı eserler için de geçerlidir. İlk dönemde yazılan bu tür eserlerde, bu grupların sapıklıkları aklî ve nakli delillerle açıklanmışken daha sonra yazılan eserler, sadece önceki âlimlerin “sapkın” kabul ettikleri grupları aynen zikretmekten öteye geçerek köklü bir eleştiride bulunmamışlardır. Hatta, taraftarları kalmamış olan gruplar bile sonraki eserlerde anılmaya devam etmiştir. Hatırlatmak gerekir ki; her ne kadar bu eserler dini metinlere de göndermede bulunmuş olsa da bu eserlerin yazılış gerekçeleri statükoya ya da hâkim olan anlayışa destek sağlamak ve meşruiyet kazandırmaktır. Bu sebeple, bizzat İslam’ın kendisinin değil belli bir dini yorumun anlayışını yansıtır.

Ortadoğu’nun stratejik önemi ve sahip olduğu enerji kaynakları, küresel ve bölgesel güçlerin bu bölgeye yönelmelerine neden olmuştur. Ortadoğu’nun etnik ve dini kimliğini bilmeden burada meydana gelen olayları tam olarak anlayabilmek mümkün olmayacaktır. Bu coğrafya tarih boyunca İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi üst kimliklerin yanı sıra onlarca alt dini ve etnik kimliğe de ev sahipliği yapmıştır. Bölgedeki dini kimlikler çoğu zaman etnik kimliklerle ilişkilendirilmiştir. Bizim ele alacağımız konu açısından düşündüğümüzde; Sünni-Şafilik ve Eş’arilik Araplar ve Kürtlerle, Sünni-Hanefilik ve Maturidilik ise Türklerle ilişkili olarak düşünülmüştür. Şiilik denildiğindeyse ilk akla gelen İranlılıklıktır. Bu konuda bazı istisnalar da mevcuttur. Örneğin Arap Şiiler veya Türk Şiiler olduğu gibi Arap ve Kürt olmayan Şafiler ve Eş’ariler de vardır. Benzer şekilde Türk olmayan Maturidi ve Hanefiler de bulunmaktadır. Elbette bu Ortadoğu’nun dini kimliğiyle ilgili nihai bir sınıflama değildir. Hem Sünniliğe hem de Şiiliğe yakın olan ancak onlardan farklı heteredoks gruplar ve çeşitli Sufi gruplar da söz konusudur. Sufi İslam anlayışı Türkiye, Afganistan, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerde daha yaygın iken, Suudi Arabistan ve bazı Körfez Ülkelerinde Sufiliği reddeden Selefi-Vehhabi din anlayışı hakimdir. Diğer yandan bir bütün olarak Sünnilik ve Şiilik içerisinde geleneksel mezheplerle ilişkilendiremeyeceğimiz yeni anlayış ve yorumların ortaya çıktığını da burada belirtmemiz gerekir.

Bugün Ortadoğu’da iki büyük dini grup Sünnilik ve Şiiliktir. Ortadoğu’da Müslümanların çoğunluğu Sünnilerdir. Daha sonra da Şiiler gelmektedir. Sünniler ve Şiiler de kendi aralarında çeşitli alt gruplara ayrılmaktadır. Bu dini kimliklerin oluşumunun birbirinden farklı çeşitli nedenleri vardır. Savaşlar, iç çatışmalar, akrabalık ilişkileri, coğrafi ve kültürel şartlar, sosyal değişim bunların önde gelenleridir. Şiilik ve Sünnilik arasında çeşitli uzlaştırma ve yakınlaştırma girişimleri olmuşsa da etnik ve kültürel kimliklerle iç içe geçen dini kimliklerin birleştirilmesi veya yakınlaştırılması çabaları olumlu bir netice vermemiştir.

Ortadoğu’da şahit olduğumuz dini kimlik eksenli çatışmanın iki temel unsuru İran ve Suudi Arabistan’dır. Söz konusu ülkeler ideolojik açıdan farklı kutuplarda yer almalarına rağmen aynı stratejik hedeflere sahiptir. Suudi Arabistan Sünni-Arap Dünyası’nın hamiliğine soyunurken, İran kendi Şii kimliğine sarılarak Suudi Arabistan karşısında yer almaktadır. Suudi Arabistan Şii karşıtlığını öne çıkarmak suretiyle Sünnilik içinde marjinal bir konuma sahip olan kendi Selefi-Vehhabi ideolojik duruşunu gizlemeye çalışmakta; diğer yandan İran Şiilik söylemini üst kimlik olarak kullanarak bölgede kendisine yakın gördüğü tüm dini kimlikleri kendi yanına çekmeye ve böylece “Şii savunma hattı” oluşturmaya çalışmaktadır.

Şii dini kimliğin İran İslam Devrimi’nin akabinde yeniden siyasi bir güç haline gelmesi ve karşısında yer alan farklı güçlerle mücadele içine girmesi, dini kimliğe bağlı siyasal hegemonik çatışmaların genişleyip yayılmasına yol açmıştır. Lübnan’daki iç savaş, Afganistan’daki iç çatışmalar ve Irak’taki iktidar mücadelesi, Yemen’deki ve Suriye’deki yaşanan savaşlar ve Bahreyn’de yaşanan iç kargaşa bunun örnekleri olarak gösterilebilir. İran Şii kimliğine sahip çıkarak “bütünlük ve süreklilik” arz eden bir yapı oluşturmaya çalışırken, Suudi Arabistan bazı bölgelerde Amerika ve İsrail’in de destekleriyle etnik kimlikleri ön plana çıkartmak suretiyle İran’ın bu teşebbüsünü engellemeye çalışmaktadır.

Sünni kimliği son dönemlerde İran’ın hamleleri dolayısıyla güçlenmiş gibi görünse de hem kendi içinde hem de küresel güçlerin manipülasyonlarından kaynaklanan bazı tehlikelere açıktır. Belli bir mezhebe referansla oluşturulmaya çalışılan kimlik, kendine “öteki” olarak belirlediği mezhebin güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Bugün Ortadoğu’da hem Sünnilik hem de Şiiliğin içinde bulunduğu durum budur. Bazı kesimler Sünnilik üst kimliğiyle yetinmeyerek, rasyonellik, özgürlükçülük ve gelişmişlik gibi vurgularla mezhep milliyetçiliği yaparak ve bu sayede imtiyazlı mezhepler alanları oluşturarak bilerek ya da bilmeyerek yeni bir bölünmeye ve parçalanmaya zemin hazırlamaktadır. Oysa tarihsel süreç içerisinde ve günümüzde her bir mezhebin başvurduğu kaynaklarda, onun lehinde veya aleyhinde kullanılabilecek unsurlar bulmak zor değildir.

Dini kimliklerin birbirleriyle çatışması bir kader değildir. Günümüzde, diğer bölgelerde olduğu gibi Ortadoğu’da da farklı dini kimlikler bir arada yaşayabilir ve bu sayede birbirlerini zenginleştirebilirler. Burada önemli olan katışıksız ve geçirgen olmayan bir dini kimlik yaratmak değil, farklı dini kimliklere hayat hakkı tanıyacak bir ortam oluşturmaktır. Dini anlayışlar, mezhepler ve yorumlar; şiddete başvurmadıkları, bölücü ve ayrıştırıcı olmadıkları ve devlete paralel güç oluşturmaya kalkışmadıkları sürece meşru kabul edilmeli ve birbirlerini etkilemelerine müsaade edilmelidir. Bölgesel bir güç haline gelen ve artık bir “Dünya devleti” haline gelmesi kaçınılmaz olan Türkiye, Ortadoğu’da dini kimliklere farklı bir perspektiften yaklaşmalıdır. Diğer bir ifadeyle Türkiye’nin dini kimlikler bakımından “kucaklayıcı bir siyaset” geliştirmesi gerekmektedir. Bu bir yandan farklı kimliklerle olan ilişkimizi güçlendirecek, diğer yandan da dini entelektüel hayatın zenginleşmesine yol açacaktır.

Bu konuda, Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki bazı vakalar bize yardımcı olabilir. Selçuklu döneminde Sadreddin Konevi ve Şii düşünür Nasırüdddin Tusi arasında oldukça sıcak ilişkilerin gelişmiş olduğunu ve keza Yavuz dönemine kadar Osmanlılarda çok yönlü bir etkileşimin yaşandığını ve felsefi temeli güçlü olan dini kimliklerin oluştuğunu söyleyebiliriz.

Osmanlılar kendi kimliklerinin dışındaki kimliklerle düşünsel temelde ilişki içinde olmuşlardır. Resmi Maturidi ideolojisine rağmen, Medreselerde daha çok Eş’ari eserlerin okutulması, ayrıca Kemalpaşazade gibi düşünürlerin, Şii kimliğiyle öne çıkan düşünürlerin eserlerinden yararlanması bu düşüncemizi destekler niteliktedir.

Tarih boyunca Müslümanların entelektüel bir zenginliğe ve çeşitliliğe sahip olduğu dönemlerde, ilişkiler de buna bağlı olarak gelişmiş ve düşünsel bir etkileşime girmişlerdir. Türkiye bağlamında düşündüğümüzde yapılması gereken şey, dini kimlikler arasındaki etkileşimin felsefi temelde güçlenmesini sağlamak, kimlikleri oluşmasını sağlayan ritüellerden ve amentü esaslarından ziyade bunların gerisindeki ruhu ortaya koyabilmektir. Bunun için kullanılacak zemin şüphesiz, tarihte olduğu gibi felsefenin yanında, felsefi kelam ve felsefi tasavvuftur. Felsefe sayesinde bugün tartışma konusu yaptığımız sorunlarımızın hangi temele dayandığını ortaya koyacak ve dini kimliklerimizin doğru bir zeminde ele alınmasını sağlayacağız. Felsefi kelam ve felsefi tasavvuf, bugünkü dini kimliklerimizden vazgeçmeden buluşabileceğimiz müşterek noktalarımızı belirleyecektir. Bu aynı zamanda bizi sığ, verimsiz, ayrıştırıcı ve ötekileştirişi tartışmalardan kurtaracak, kimliklerimizle bir arada yaşayabileceğimiz ve aynı zamanda birbirimizi zenginleştireceğimiz bir ortamın oluşumuna katkıda bulunacaktır.

Müslüman gruplar, dini kimliklerin siyasal ve ideolojik olarak araçsallaştırılmasına izin vermeden, kimliklerini oluşturan unsurların dini-felsefi temelleri üzerinde konuşarak kendi aralarında sağlam köprüler oluşturabilirler. Tarihsel tecrübeler ve miras buna müsaittir. Bugün dini kimlikler, izlenen çatışmacı politikaya zemin hazırlamaktan ve onu meşrulaştırmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Dini kimlikleri kullanarak çatışmacı bir siyaset izleyen ülkelerin, kendi iç siyaset anlayışlarında bu kimliği oluşturan unsurları çok fazla dikkate almadıkları görülmektedir.